Karanlıkta bazı şeyleri ayırt etmek zordur, görüşümüz kısıtlanır. Ancak Mehmet Akif Ersoy ışıkları kapattırdığında gözlerimizin önünde çok net bir sahne belirdi. Deprem bölgesine geç kalmışlığı zihinlerimize kazıyan sembolik bir kareye dönüştü bu karanlık. Bu kareye baktığınızda siz ne görüyorsunuz diye sorduğumuzda Mehmet Akif Ersoy “Olmayanı gösterdiğimiz bir kareydi” diyor. Peki, biraz da olanı konuşalım dediğimizde laf dönüp dolaşıp çağımızın en büyük problemlerinden biri olan dezenformasyona ve milyonların merakla beklediği seçim dönemine geliyor ve Mehmet Akif Ersoy’un perspektifinden bir gündem turuna çıkıyoruz…
14 yıllık gazetecilik hayatında birçok savaş ve kriz bölgesinde bulunan Mehmet Akif Ersoy deprem yayınlarıyla, sunuş biçimiyle ve sorduğu sorularla gündem yaratıyor. Geçtiğimiz yıldan bu yana Habertürk’ün Ana Haber Bülteni’ni sunan tecrübeli gazeteci “Nedir Ne Değildir?” programıyla da en çok merak edilen konuları gündeme getiriyor ve gerektiğinde yine sahaya inip olay yerinden bildiriyor. Kriz bölgelerinde gazetecilik yapmayı gerçeği görüp anlatma fırsatı olarak gören Ersoy, sunduğu Ana Haber Bülteni’nin mottosunu da bu inançla belirliyor “Gösterilmek isteneni değil yaşananları aktarmaya çalışıyoruz…” Mottoda da atıfta bulunulan dezenformasyonun bu denli artmasını ise şöyle açıklıyor; “Hakikatin peşinde değil kimse, herkes bir olayın peşinde…” Mehmet Akif Ersoy’dan siyasilere de bir çağrı var; “Siyasilerin mevcut akış içerisinde bize depremin yaralarını sarmak için yapılması gerekenleri hatırlattığı konuşmalar ve gündemler bekliyoruz.”
Afet döneminin en çok konuşulan gazetecilerinden biri oldunuz. Dışardan bakıldığında bu ilginin sebebi duruşunuz ve haberi sunuş biçiminiz… Mesela bölgede elektrik ve jeneratöre ihtiyaç duyulduğu ilk günden beri bilinen bir gerçekti. Ancak sizin yayın sırasında aniden çekim için kullandığınız ışıkları kapatmanız muazzam bir etki yarattı. Siz genel olarak habercilik refleksinizi ve sunuş biçiminizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Bizim hikâyeyi yaşarken yakaladığımız noktalarla dışarıdan bakanların meseleyi anlayış biçimi genellikle birbirinden farklı oluyor. Dışarıdan bakan insanlar daha büyük bir resim görüyor ve biz hikâyenin bir parçası haline geliyoruz.
Ben meslek hayatım boyunca hep sahada kriz bölgelerinde çalıştım. Ve kriz bölgelerinde yayıncılık yapmanın iyi tarafı şudur; gördüğünüz gerçeklikler olur ve o gerçeklikler manipülasyona kapalıdır. O gerçeklikleri paylaşırsınız çünkü hikâyenin bir parçasısınızdır. Şöyle paylaşırsınız; “Ben buradayım ve burada şunlar yaşanıyor.” Ben Hatay’da haber yaparken hep Adıyaman’da ya da Kahramanmaraş’ta ne yaşandığını bilmediğimi söyledim.
Deprem bölgesinde internet yoktu, televizyon izleyemiyorduk. Kendi aramızda konuştuğumuz en büyük sorunlardan biri elektriğin olmamasıydı. Enkazlarda ışık yoktu, arabaların farlarını yakıyordu insanlar enkazı aydınlatmak için. Bölgedeki problemleri anlatmak için yaptığımız bir yayında çok ani gelişen bir şekilde ben ışıkları kapatalım bir gösterelim dedim. Bizim meslekte “anlatma, göster” hikâyesi çok güçlüdür ama oradayken bu olayın bu büyüklükte bir etki yaratacağını düşünmüyorsunuz. Yaptığınız işin kelebek etkisi yaratacağını bilmiyorsunuz ve nasıl bir çarpanla İstanbul’a, Ankara’ya yansıdığını fark etmiyorsunuz. Işıkları kapatmamız bu hikâyede yaşanan gecikmelere dikkat çektiğimiz ve bölgedeki durumu anlattığımız önemli sembollerden biri oldu. Yani burada ne yok diye anlatmaktan ziyade olmayanı gösterdiğimiz önemli bir kareydi.
Dezenformasyon çağımızın en büyük sorunlarından biri. Siz bununla nasıl baş ediyorsunuz?
Özellikle sosyal medyada bilgi çok hızlı yayılıyor. Hem çok faydasını hem de çok zararını gördüğümüz bir yer. Ben dengeye inanıyorum. Yani bir şeyin ne kadar iyi tarafı varsa eksi tarafı da o kadar çok ve bunların hepsinin birbirini tamamlıyor… Kainattaki pek çok şeyde bu dengenin var olduğunu düşünüyorum. Sosyal medya tam da böyle. Hem iyiye hem de kötüye kullanılabildiğini gördük deprem bölgesinde. Öyle kötü şeyler yaşandı ki baktığınızda bizim yaşadığımız hiçbir şey değil. Bazı insanların hayatlarına mal oldu yaşananlar.
Dezenformasyonla karşı karşıya kaldığınız ilk zamanlarda “Böyle şeyler neden oluyor?” sorusunu soruyorsunuz. Önce hemen cevap vereyim gibi bir psikolojiye giriyorsunuz ancak zamanla alışıyor ve kanıksıyorsunuz. Sonra da diyorsunuz ki “ya zaten durum bu, ne anlatsak bir işe yaramayacak” ama başkalarının hayatını etkileyen büyük çaplı ve kurumsal olan işlerde böyle değil. Kendimle ilgili o kadar çok dezenformatif bilgi görüyorum ki… Dezenformasyon sadece kötülemek için üretilen bir şey değil, iyi ve yanlış da dezenformatif bilgi olabilir. Tabii genelde kötü tarafımız çalıştığı için olumsuz örneklerine rastlıyoruz. Birileri sürekli cümlelerinizi kesip yayınlıyor ya da söylemediğiniz şeyleri paylaşıyor. Bunun yüzlerce örneği var.
Kötü olan şu; yalan çok hızlı yayılıyor ve herkes yalanın alıcısı. Hakikati paylaştığınızda kimse onu dönüp dolaştırmıyor, sadece “bu böyle değilmiş” deyip geçiyor. Çünkü onu almak istemiyorlar. Zaten hakikatin peşinde değil kimse, herkes bir olayın peşinde. Dezenformasyon o yüzden de işe yarıyor. Dezenformasyon oluşturanın yanına kar kalan bir şeye dönüşüyor çünkü alıcısı çok.
Aslında insanların baktığı her yerde “gerçeklik” aradığına dair işaretler de var. Reality showlar, gerçek hikayelerden uyarlanan dizi ve filmler oldukça ses getiriyor. Ancak gerçeklik arayan bu bireylerin çoğu sizin de bahsettiğiniz gibi haber söz konusu olduğunda dezenformasyona inanmaya daha meyilliler. Kimi zaman da bizzat dezenformasyon üretiyor ve yayıyorlar. Bu bir çelişki değil mi?
Bence çelişki değil, insan kendinde olmayanı arıyor. Neyi eksikse onu tamamlamaya çalışıyor eğer gerçek bir şeyler yakalamak istiyorsa muhtemelen kendi yaşamında da gerçeklikten koptuğu için izliyor ve takip ediyor. Kendi hikayeleriyle de barışık değiller. Neyi çok dile getiriyorsan o eksiktir ya sende… Tam da öyle bir şey bu bence.
Haberleri en çok hangi kaynaklardan ve kanallardan takip ediyorsunuz?
Ben kaynakları çeşitlendiren bir adamım, bir içerikle karşılaştığımda bir kerede “bu böyledir” demeyenlerdenim. Farklı perspektiflerden değerlendiriyorum gördüğüm şeyleri. A gazetesini okuduğunda Türkiye’nin gündemini bambaşka görürsün B gazetesini okuduğunda bambaşka görürsün. A kanalı ve B kanalında da durum aynı. Gerçek hikâyeyi yakalamak kolay değil. Gazetecilik de maalesef pek çok zaman bu hikâyeyi gerçekten olduğu gibi vermek için yapılan bir iş olmamış. Yani bizim çuvaldızı biraz kendimize batırmamız gereken bir nokta da var.
Uzun yıllar savaş muhabirliği yapmak bakış açınızı ve kariyerinizin gidişatını nasıl etkiledi?
Kriz bölgelerinde çalışmanın insana kendi hayatıyla ilgili kattığı çok şey var. Yani yaşamı çok farklı perspektiflerden görüyorsunuz, çok büyük gibi görünen krizlerin aslında çok basit meseleler olduğunu yaşayarak öğreniyorsunuz. Benim savaş muhabirliği yapmaya başlamam tamamen gerçeğin peşine düşme hikayesiydi. Libya iç savaşında televizyonlarda ve uluslararası haber ajanslarının geçtiği haberlerde anlatılanlarla sahada gördüklerim birbirinden tamamen farklıydı. “Trablus’u uçaklar vuruyor” dediklerinde Trablus’ta hiç uçak yoktu, “falanca bölgede gösteriler var, çatışmalar çıkıyor ve insanlar ölüyor” dediklerinde oralarda hiçbir olay yoktu… Bunları gördüğüm zaman çok şaşırdım. Bize anlatılan şeylerin hiçbiri televizyonda gördüğümüz gibi değildi. Ben “patlama oluyor” diye anlattıkları binanın önüne gidip bakıyorum bina yerinde duruyor. Tüm bunların üzerine Yemen’deki krizi takip etmeye gittim, Suriye savaşını takip ettim, Mısır, Irak, Filistin, Somali ve Afganistan gibi bir sürü kriz bölgesinde bulundum.
Kriz bölgelerinde gazeteci olmam bir avantajdı çünkü kendim görüp anlatma fırsatı buldum. Üniversite konferanslarına katıldığımda gençlere anlattığım gibi bugün ana haberin mottosunu da bunun üzerine yazdım; “Gösterilmek isteneni değil yaşananları aktarmaya çalışıyoruz.” Benim gazetecilik hikayemde gittiğim bütün coğrafyalarda baştan sona meselem şuydu: Bize herkes hikayeyi görmek istediği gibi anlatıyor, olan biteni değil. Ve bir ülkeden başka bir ülkeye gidip orada yeni tecrübeler edindikçe her yerde aynı şeylerin yaşandığını gördüm. Bir savaşla, kriz ya da önemli bir meseleyle ilgili bir gündemi takip ediyorsan ve orada değilsen yanıltılabilirsin. Ki oradaysan bile manipüle edilebilirsin. Ama olay yerinde olman ve olaya kendin şahit olup anlatman çok önemli.
“Gazeteciliğe başlarken bir kariyer planlamam olmadı, hayatıma dair de yok. İstediğim yerde miyim ona dair de bir şey söyleyemem ama sahada olmayı seviyorum. Sahanın bana çok şey öğrettiğini ve zenginleştirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla hala sahada olabildiğim için mutluyum. Kendimi ifade edebildiğim bir mecradayım, bu benim için çok kıymetli. Akışta olmayı tercih ediyorum. Bence kariyer itibardır. İtibarını koruyorsan kariyerini koruyorsundur. Kaç para kazandığın ve nerede olduğunun bir manası yok. Yaptığınız işi hakkıyla yapıyorsanız ve itibarınız varsa, bulunduğunuz yerde güvenilen biriyseniz iyi bir kariyeriniz vardır. Yoksa çok önemli bir makamda itibarınız 5 para etmiyorsa hiçbir kıymeti yoktur.”
Bence kariyer itibardır!
Bir vatandaş olarak seçim sürecinde ne tür içerikler oluşturulmasını bekliyor ve bir gazeteci olarak seçim döneminde hangi konuları ele almayı planlıyorsunuz?
Çok başka siyasi tartışmalar da oldu ama birçok siyasetçi ana gündem başlıklarının deprem ve depremin yaralarını sarmak olduğunu söyledi. Birtakım çalışmalar yapılıyor, iktidar oraya odaklanmış durumda. Muhalefet de öyle yapacağını söylüyor. Bu büyük bir acı, 50 bin kişi hayatını kaybetti. Bütün planlar bunun etrafında devam edecek, devam etmeli. Sonrasında da hazırlık süreci konuşulmalı.
Türkiye’de siyaset öyle bir hareketlendi ki deprem bir anda geri plana düştü. Siyasilerin mevcut akış içerisinde bize depremin yaralarını sarmak için yapılması gerekenleri hatırlattığı konuşmalar ve gündemler bekliyoruz. Bu tür dönemlerde bence içeriği biz oluşturmuyoruz, gündemi ve siyaseti yapanlar oluşturuyor.
Seçim sonrasında medya dünyasının yeniden şekillenmesini bekliyor musunuz?
Cumhur İttifakı seçimi kazanamazsa ki 20 yıllık bir iktidarın değişmesi söz konusu, pek çok alanda olacağı gibi medyada da büyük bir değişim olur. Aslında bizim bunların hiç olmadığı bir Türkiye inşa edebilmemiz kıymetli olurdu. Yani kim gelirse gelsin herkesin işini yaptığı, iktidar değişikliğiyle birlikte sadece daha iyiye gitmek adına birtakım politikalarda değişikliklerin yapıldığı ama liyakatli insanların işinin başında olduğu ve gelenin kendinden öncekine dair bir şey yapmaya gerek dahi duymayacağı bir Türkiye… Herkesin Türkiye Cumhuriyeti devleti için çalıştığı bir sistem, yapı ve insan kaynağı oluşturabilseydik veya bir gün oluşturabilirsek bu doğru soruları sormak ve böyle cevaplar vermek zorunda kalmayız.