
Derya Açar Ergüç yazdı: İletişimde katılımcı kültür ve kültür-sanatın yeni rolü

Salt İletişim ve Yönetim Direktörü
[email protected]
Pazarlama dünyasının uzun yıllardır sorduğu temel soru şuydu: Doğru mesajı, doğru zamanda, doğru kişiye ulaştırabiliyor muyuz?
Ama artık bu denklem değişiyor. Bir önceki yazının konusu olan “hedef kitle”den ayrışan “hitap kitlesi”, artık yalnızca ulaşılacak bir grup olmaktan çıkıyor; birlikte yürünecek, birlikte üretilecek, birlikte evrilecek bir topluluğa dönüşüyor. İşte tam da bu dönüşüm, “hitap etmekten” “ilişki kurmaya” uzanan bir paradigma değişimini beraberinde getiriyor.
O zaman gelin konuya daha yakından bakalım: Sektörün aktörlerinin de söylediği gibi pazarlamanın en temel eylemlerinden biri gibi görünen “hitap etmek” fiili -doğru kişiyi bul, doğru mesajı ver, görünür ol- artık yeterli olmuyor. Eylemin argümanları yeni soruları gündeme taşıyor. Peki ya mesele sadece sesini duyurmak değilse? Ya da asıl soru, “kime hitap ediyoruz”dan çok, “kiminle birlikte düşünüyoruz”a dönüşüyorsa?
Kültür ve sanat alanının öğrettiği, derin bir felsefi içerik taşıyan şu gerçeği hatırlamakta yarar var. “Bir topluluğu etkilemek, ona bakarak konuşmakla değil; onunla birlikte üretmekle mümkün.” İşte bu yüzden, artık yalnızca hedef kitleye ulaşmak değil, onunla kurulan ilişkinin niteliği belirleyici hâle geliyor.
Kurumlar kimlerle birlikte dönüşmek istediklerine karar vermeli
“Hedef kitle” ya da bugün için daha anlamlı söylemiyle “hitap kitlesi” ifadesi kulağa hâlâ fazla tanımlı, fazla tek yönlü geliyor olabilir. Oysa bugün iletişim dünyasında bir kitleye “ulaşmak”tan çok, onunla “ilişki kurmak” belirleyici. Artık demografik veriler, yaş grupları ya da tüketim alışkanlıkları tek başına yeterli değil. Kurumlar kiminle konuşmak istediklerine değil, kimlerle birlikte dönüşmek istediklerine karar vermek zorunda. Çünkü hitap edilen kitle, artık yalnızca bir alıcı değil; bir yol arkadaşı, bir fikir ortağı ve çoğu zaman da sürecin üretici parçası. Bu da iletişimi bir yönlendirme değil, bir davet biçimi hâline getiriyor.
Bu dönüşüm kurumlara yalnızca yeni iletişim biçimleri değil, yeni bir sorumluluk anlayışı da yüklüyor. Artık önemli olan sadece görünür olmak değil; görülmeye değer bir anlam sunmak… Hitap kitlesinin değerlerini, hassasiyetlerini, gündelik gerçekliklerini gözeten, onları dinleyen ve hatta kendi söylemini birlikte şekillendiren bir kurum olmak… Bu da tek seferlik kampanyalardan çok daha fazlasını; sürdürülebilir bir ilişkiyi, güvene dayalı bir diyaloğu ve zaman içinde derinleşen bir bağ kurmayı gerektiriyor. Kurumun ne söylediğinden çok nasıl bir dinleyici olduğu belirleyici hâle geliyor. Çünkü iletişim artık kurumsal bir monolog olmaktan çıkarak hitap kitlesine alan açan, birlikte düşünmeye davet eden etkileşimli bir yapıya dönüşmüş durumda.
Birlikte üretme süreci ilişkiyi derinleştiriyor
Sanatçılar için izleyici yalnızca bir “alıcı” değil; eseri tamamlayan, ona anlam katan aktif bir özne. Kurumlar da bu bakış açısından çok şey öğrenebilir. Bugün kültür-sanat alanında açık çağrılarla yapılan projeler, birlikte üretim atölyeleri, izleyiciyi fiziksel ya da dijital olarak sürece dahil eden sergiler, bu yeni ilişki biçiminin güçlü örnekleri. Aynı şekilde kurumlar da hedef kitlesini yalnızca mesajın muhatabı değil, mesajın şekillendiricisi hâline getirdiğinde etki derinleşiyor. Kullanıcı katkılı içerikler (UGC), etkileşimli deneyimler, açık diyalog ortamları gibi araçlar; insanlara sadece izleme değil, katılma ve katkı sunma alanı tanıyor. Bu sayede kurum ile izleyici arasında bir kampanya değil, bir karşılıklı üretim bağı kuruluyor. Kurumlar için bu tür bir ilişkiyi kurmak, sanılandan çok daha erişilebilir. Sadece bir sergi açmak değil; o sergiyi birlikte üretilecek bir sürecin parçası hâline getirmek mümkün. Düzenli atölye programlarıyla topluluğu sürece dahil etmek, izleyiciyle açık çağrılar yoluyla ortak içerikler üretmek, ziyaretçilere fikirlerini paylaşma ve içerik geliştirme alanı sunmak bu bağın başlangıç noktaları olabilir. Örneğin Salt’ın kütüphane ve araştırma alanları, kullanıcılarına sadece bilgiye erişim değil; kendi araştırmalarını yürütme, katkı sunma ve üretim süreçlerine katılma olanağı tanıyarak bu katılımcı modeli hayata geçiriyor. Bu tür örnekler, kurumların yalnızca içerik sunan değil, içerik açan ve birlikte çoğaltan yapılar olarak konumlanmasını sağlıyor.
Etkileşim anlıktır, ama kalıcılık iz bırakır. Kurumların en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biri de bu: Yeniden dönülen, tekrar hatırlanan, zamanla içselleştirilen temaslar kurabilmek… Çünkü güçlü bir hitap, sadece “o an” etkileyici olan içeriklerle değil, izleyicide düşünceye alan açan, duygusal bir iz bırakan, hatta bazen yavaş yavaş sindirilen içeriklerle kurulur. Bu yüzden kültür-sanat temelli projelerde sıkça karşılaştığımız “açık uçlu” anlatılar, çok katmanlı deneyimler ya da zamana yayılan programlar; sadece ilgiyi değil, bağlılığı da artırır. Kurumlar için bu, anlık görünürlüğün ötesine geçmek ve izleyiciyle kurduğu ilişkiyi bir “tıklama” değil, bir “hatırlama” hâline getirmek anlamına gelir. Yani esas mesele sadece kitleyi çekmek değil; kitleyle birlikte düşünecek, dönüşecek ve hatırlanacak bir bağ kurabilmektir.
Dinleyerek, yer açarak ve birlikte çoğalarak…
Bugün artık hitap kitlesi, uzaktan seslenilen bir kalabalık değil; birlikte düşünmeye, üretmeye, dönüşmeye davet edilen bir topluluk. Bu da kurumlar için yalnızca iletişim dili değil, varoluş biçimiyle ilgili bir karar. Çünkü doğru hitap ancak doğru niyetle, samimi bir bağla ve birlikte inşa edilen bir zeminde mümkün. Kültür ve sanat bize bu bağın nasıl kurulabileceğini tekrar tekrar hatırlatıyor: Dinleyerek, yer açarak ve birlikte çoğalarak.
O yüzden belki de asıl mesele, kime seslendiğimiz değil; kiminle birlikte yürümek istediğimizdir. Çünkü bu sorunun yanıtı, iletişimin tonunu değil, kurumun karakterini belirler. Farklı sosyal grupları ve bireyleri aynı potada buluşturabilen kültür-sanat, kurumlara yalnızca bir iletişim aracı değil; gerçek bir toplumsal yakınlık zemini sunar. Bu zemini doğru kurmak artık bir tercih değil, bir sorumluluktur.
Ve belki de bu sorumluluğun en güçlü göstergesi, yol boyunca kimleri bir araya getirebildiğimizdir.
Derya Açar Ergüç yazdı: “İletişim yeni dili: Kültür ve sanat”