
Küresel köyden çıkış: Boykot
Boykot, modern anlamda ilk kez 19. yüzyılda İrlanda’da ortaya çıkmış bir toplumsal protesto yöntemi olarak bilinir. Adını, İrlandalı köylüler tarafından topluca dışlanan İngiliz toprak yöneticisi Charles Boycott’tan alır. Köylüler, ağır vergiler ve adaletsiz uygulamalara karşı bu yönteme başvurarak Boycott’la hiçbir şekilde alışveriş yapmamış, iş birliği kurmamış ve onu sosyal olarak tecrit etmişlerdir. Bu olaydan sonra “boykot” kelimesi, dünya genelinde ekonomik, siyasi ve sosyal alanlarda bir protesto biçimi olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Boykot, bir ürün, kurum ya da ülkeye karşı, dayanışma ya da tepki amacıyla uygulanan gönüllü bir uzak durma hareketidir. Genellikle bir grubun ya da toplumun, bir haksızlığı ya da adaletsizliği görünür kılmak, baskı oluşturmak ve değişim talep etmek için kullandığı barışçıl bir direniş yöntemidir. Zamanla ticaretten siyasete, kültürel etkinliklerden spor organizasyonlarına kadar pek çok alanda etkili bir protesto aracı haline gelmiştir.
Fes Yırtma Hareketi: Milli üreticinin yükselişi
Boykot Anadolu’ya 1908 boykotuyla beraber giriyor. Osmanlı halkı, Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak etmesine tepki olarak Avusturya ürünlerini satın almayı reddediyor. Hatta bu ürünlerin başında gelen feslerini, toplu eylemlerde yırtmaya başlıyorlar.
“Boykot kavramının gündelik dile girdiğini ve Osmanlı toplumunun tüm katmanlarınca bilinir hale geldiğini görüyoruz. 1908 Ekim ayından itibaren tüccarlardan liman işçilerine hükümetten alt düzey bürokrasi kademelerine Jön Türklerden sıradan tüketicilere erkeklerden kadınlara çocuklara boykot kavramı imparatorluk kamuoyunda çok önemli bir yer edinmişti artık. “*
*Doğan Çetinkaya: 1908 Osmanlı’da Boykot / ‘Fes Yırtma Hareketi’
Boykot & “Yerli ve Milli” paradoksu
1908’deki Avusturya mallarına yönelik boykot gibi örnekler, sadece bir siyasi protesto değil, aynı zamanda yerli üretimin ve Müslüman-Türk tüccarların desteklenmesi amacı da taşıyordu. Bu boykot sürecinde halk, ithal Avusturya ürünlerini almaktan vazgeçip yerli üretim mallara yöneldi. Böylece hem yerli üreticilerin önü açıldı hem de yabancı tüccarların ekonomideki ağırlığına karşı bir denge oluşturulmaya çalışıldı.
Osmanlı’daki boykotlar özellikle 1908-1913 yılları arasında siyasi ve ekonomik bir refleks olarak yerleşti. Ama bu toplumsal refleks, Cumhuriyet dönemine geçildiğinde farklı bir çerçevede daha da sistematik hale geldi. Cumhuriyet kadroları, millî ekonomiyi kurmak için bu boykot bilincini “yerli malı kullanma seferberliği”ne dönüştürdü. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde “Türk parasını, Türk malını koruma” anlayışı resmen benimsendi. 1930’larda ise bu düşünceyi halka yaymak için Yerli Malı Haftası uygulaması başlatıldı.
Globalleşme ve boykotun yeni yüzü

Türkiye’deki boykot kültürünün tarihsel kökenlerine baktığımızda, yerli üretimi desteklemek ve yabancı sermaye karşısında yerli ekonomiyi güçlendirmek amacı güdülmüştür. Bugün ise modern dünyadaki karmaşık sermaye yapıları ve globalleşen ekonomi, boykotların etkisini daha karmaşık hale getirmiştir.
Globalleşen yerli sermayede boykot aslında kime zarar veriyor?
Global markaların yerel sermaye ile kurdukları ortaklıklar, bu markaların Türkiye’deki faaliyetlerinin yerli ekonomiyi destekleyecek bir yapıya dönüşmesine olanak tanımaktadır. Örneğin, birçok global marka yerel tedarikçilerle çalışmakta ve yerel iş gücü istihdam etmektedir. Bu durum, boykotların yalnızca yabancı sermaye ve markaları hedef almanın ötesine geçerek, yerel ekonomiye de zarar verebileceğini göstermektedir. Global markalar ve yerel işletmeler arasındaki bu karmaşık ilişki, boykotların sadece dışarıya değil, içerideki yerli üreticiye de zarar verebileceğini ortaya koymaktadır.
Boykot ile birlikte kimin cezalandırıldığı konusu gittikçe bulanıklaşmaktadır. Marka sahibi mi yoksa o markanın mallarını taşıyan kamyon şoförü mü? Ya da sermayedar mı yoksa markada çalışanlar ve anlaşma yapan yerli esnaf, üretici ve çiftçi mi?
Yanlış ellerde tehlikeli hale gelen bir silah…
Boykot esasen sivil bir eylemdir. Yani devletlerin değil, bireylerin, grupların veya toplumların bir ürünü, markayı, kişiyi veya kurumu, gönüllü olarak ekonomik ya da sosyal düzeyde dışlaması anlamına gelir. Genellikle ahlaki, siyasi ya da toplumsal bir talep doğrultusunda ortaya çıkar. Barışçıl ve sivil bir protesto yöntemidir.
Ancak boykot kötü niyetle de kullanılabilir. Özellikle haksız rekabet yaratmak isteyen iktisadi faktörler ya da siyasi kaos yaratmak isteyen politik figürler tarafından boykot amacının dışında da kullanılmaktadır. Boykot, günümüzde sıklıkla karşılaştığımız Toplumsal linç ya da “İptal Kültürü” ile buluşunca bireysel veya kurumsal hataların ya da şüphelerin abartılarak, haklı-haksız ayrımı yapılmadan bir kişinin ya da markanın toplumdan dışlanmasına yol açabiliyor.
Modern sosyal medyada bunun sınırları bazen etik tartışmaları aşıyor. Bu durum bazen adeta dijital linç ile eş anlamlı hale geliyor. Boykotlar bazen de toplumsal ayrışmalara yol açabiliyor. Belirli etnik, dini veya sosyal gruplara karşı ayrımcılık amacıyla kullanılabilir. Bu durum, toplumsal uyumu bozarak çatışmalara zemin hazırlayabilir.
Boykot çağında itibar yönetimi
Son yirmi yılda teknoloji, küresel ölçekte sınırların silikleşmesine ve ekonomik, kültürel etkileşimlerin daha önce hiç olmadığı kadar yoğunlaşmasına zemin hazırlamıştır. Ancak, bu küresel bütünleşmenin ardından, günümüzde giderek güç kazanan millileşme ve yerel odaklı ekonomik politikalar, yakın gelecekte uluslararası ticaret dengelerini ve toplumsal algıları köklü biçimde dönüştürmeye aday bir sürecin habercisidir.
İletişim profesyonellerinin zorlu sınavı
Böylesi bir ortamda, markaların itibarını korumak ve krizlere karşı hazırlıklı hale getirmek, iletişim profesyonelleri açısından son derece önemli bir sorumluluk alanı oluşturmaktadır. Zira, farklı çıkar gruplarının yönlendirdiği dezenformasyon kampanyaları ve bilgi kirliliği, yalnızca markaların değil, aynı zamanda ulusal ekonominin de zarar görmesine yol açabilecek bir risk taşımaktadır.
Bu nedenle, ülke ekonomisine doğrudan katkı sağlayan markaların itibarının korunması ve kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi, şeffaf, tutarlı ve zamanında yürütülen iletişim süreçleriyle mümkün olacaktır. İletişim disiplininin bu süreçte üstleneceği görev, sadece marka savunuculuğu değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluk bilinciyle kamu yararını gözeten bir denge unsuru olmaktır.