
Derya Açar Ergüç yazdı: “İletişim yeni dili: Kültür ve sanat”

Salt İletişim ve Yönetim Direktörü
Bugün bir iletişimcinin ajandasında yer alan en güçlü kavramlardan biri etkileşim… Ama bu kavramı yalnızca sosyal medya algoritmalarına indirgemek, resmin büyük kısmını gözden kaçırmak olur. Gerçek etkileşim; insanlar arasında anlamlı bağlar kurmak, ortak bir duygu, düşünce veya deneyim etrafında buluşabilmektir.
Tam da burada kültür ve sanat devreye giriyor. Çünkü kültür-sanat iletişiminde “hedef kitle” değil, “hitap kitlesi” vardır. Bu hitap, sayılardan çok duygulara, görünürlükten çok aidiyete, kalabalıktan çok topluluğa seslenir.
Kültür-sanat iletişimi, kitlelere mesaj iletmekten ziyade, anlamlı bir diyaloğun zeminini hazırlamakla ilgilidir.
Kültür ve sanat, toplumların kendini ifade etme, bir araya gelme ve dünyayı farklı gözlerle görme biçimi olmuştur. Ancak bu işlevler artık bir adım daha öteye geçti. Dijitalleşmeyle birlikte kültür-sanat, yalnızca izlenen ya da takip edilen değil; doğrudan yaşanan, hatta birlikte üretilen bir deneyime dönüştü.
Bugünün izleyicisi artık pasif bir tüketici değil, aktif bir katılımcı. Kimi zaman bir serginin parçası, kimi zaman bir performansın hikayesini paylaşan kişi, kimi zaman da bir festivalde içerik üreten bir içerik ortağı.
Bu dönüşüm, pazarlama ve kurumsal iletişim dünyası için önemli bir fırsat. Çünkü artık iletişim, yalnızca mesaj vermekle değil; birlikte anlam yaratmakla ilgili. Ve kültür-sanat, bunun en güçlü yollarından biri.
Etkileşim zamanı: Kültür-sanat sadece izlenmez, yaşanır
Eskiden bir konser, sergi ya da tiyatro oyunu izlenir ve ardından hafızada yerini alırdı. Bugün ise bu deneyimler yalnızca fiziksel mekanda değil, dijital dünyada da yaşamaya devam ediyor.
Bir sergiye giden biri o anı fotoğraflıyor, üzerine kendi yorumunu ekliyor, #serginotları etiketiyle paylaşıyor. Tiyatro sonrası yapılan bir canlı yayın, sahne arkasındaki hikâyeyi izleyiciyle buluşturuyor. İşte etkileşim, tam da burada başlıyor.
Kültür-sanat kurumları ve sanatçılar artık yalnızca eserlerini sunmakla kalmıyor, izleyiciyi bu sürecin bir parçası hâline getiriyor.
Sosyal medya, dijital yayınlar, canlı etkinlik paylaşımları ve interaktif projeler sayesinde sanat deneyimi çok katmanlı bir hâl alıyor. Bir müze, dijital rehberle ziyaretçisini kendi yolculuğuna çıkarıyor. Bir festival, TikTok videolarıyla gençleri etkinliğe katılmaya davet ediyor. Bir kitap kulübü, çevrimiçi tartışmalarla her okuru potansiyel bir fikir ortağına dönüştürüyor.
Etkileşimi odağına alan bu yaklaşım, yalnızca deneyimi zenginleştirmekle kalmıyor; duygusal bağlar kurmayı da mümkün kılıyor.
Çünkü insanlar artık yalnızca “izlemek” değil; katılmak, hissetmek ve yansıtmak istiyor. Pazarlama ve iletişim profesyonelleri için bu durum, klasik hedef kitle tanımlarının ötesine geçmeyi gerektiriyor.
Kültür-sanat iletişiminde izleyiciye “hedef kitle” gibi değil, hitap edilen bir topluluk gibi yaklaşmak önemli. Hitap kitlesi; istatistiksel değil, duygusal bağ ve karşılıklı etkileşim temelinde yükseliyor.
Kullanıcının geliştirdiği içerik (UGC): Kültür-sanat deneyiminin yeni sahnesi
Bir sergiden kare paylaşmak, bir konser videosuna yorum yapmak ya da bir festivalde çekilen görüntüleri etiketlemek…
Eskiden yalnızca birer “anı” olan bu içerikler, artık kültür-sanat iletişiminin en değerli yapı taşlarından biri.
User Generated Content (UGC) – yani kullanıcının geliştirdiği içerik – yalnızca bir paylaşım değil; aynı zamanda bir katılım biçimi, bir sahiplenme göstergesi ve anlam yaratma yolu.
Bugün bir sanat etkinliği kadar o etkinlikle ilgili yapılan içerikler de konuşuluyor. Çünkü anlatılan hikâye yalnızca marka ya da kurumdan değil; izleyiciden, katılımcıdan, yani topluluğun kendisinden geliyor.
Üstelik bu içerikler; daha doğal, daha samimi ve çok daha yüksek etkileşim potansiyeline sahip.
UGC, yalnızca organik erişim sağlamakla kalmıyor; topluluk hissi yaratıyor, güveni artırıyor ve etkileşimi sürdürülebilir kılıyor.
Bir marka ya da kurum, yalnızca kendini anlatmakla kalmayıp insanları kendi hikâyelerini paylaşmaya teşvik ettiğinde; gerçek bağ işte tam da orada kuruluyor.
“Kültür-sanat kurumları ve sanatçılar artık yalnızca eserlerini sunmakla kalmıyor, izleyiciyi bu sürecin bir parçası haline getiriyor.”
Atölyeler, etkinlikler ve katılım ekonomisi
Katılım artık yalnızca fiziksel varlıkla sınırlı değil. İçerikle bağ kurmak, deneyim paylaşmak, yaratım sürecine dahil olmak da katılımın bir parçası.
Kültür-sanat atölyeleri ve yaratıcı buluşmalar, izleyiciyi “katılımcı”ya, hatta çoğu zaman “ortak üretici”ye dönüştürüyor.
Bir resim atölyesinde fırçayı eline alan kişi yalnızca teknik beceri kazanmaz; kendini ifade etmenin yollarını da keşfeder.
Bir yazı atölyesinde yazılan kelimeler, yalnızca içerik değil; bireysel sesin ifadesi hâline gelir. Bu tür deneyimler, kültür-sanatın dönüştürücü gücünü açığa çıkarıyor.
“Katılım ekonomisi”, insanların yalnızca tüketici değil, aynı zamanda üretici, katkı sağlayan ve şekillendirici aktörler olarak yer aldığı bir ekonomik model.
İşte bu noktada, katılım ekonomisi kavramı önem kazanıyor.
İnsanlar artık bir markanın mesajlarını yalnızca dinlemek değil; o mesajın bir parçası olmak, hatta onu birlikte şekillendirmek istiyor.
Açık çağrılı projeler, kolektif üretimler ve sosyal medya üzerinden yapılan yaratıcı davetler; hem geniş kitlelere ulaşıyor hem de markaya duyulan aidiyeti derinleştiriyor.
Stratejik bir bakış: Sponsorluktan sorumluluğa kültür-sanat iletişimi
Kültür-sanat iletişiminde klasik hedef kitle analizleri artık yeterli değil. Çünkü burada mesele yalnızca ulaşılacak bir kalabalık değil; diyaloğa davet edilecek bir toplulukla buluşmak haline geldi. “Hitap kitlesi” kavramı, pazarlamanın ötesinde bir duyarlılığı ve bağ kurma niyetini içerir. Kültür-sanat projeleriyle bağ kurmak, yalnızca görünür olmak değil; değer yaratmak ve sorumluluk almak anlamına gelir.
Bu nedenle, kurumların iletişim stratejilerini tasarlarken şu soruları sorması önemlidir:
- Kurumumuzun hitap kitlesi kimdir?
- Bu kitleyle nasıl bir duygudaşlık kuruyoruz?
- Kimlerle gerçek bağ kurmak istiyoruz?
- İletişimimiz yalnızca bilgi vermekle mi sınırlı, yoksa katılımı da teşvik ediyor mu?
Bu sorular, kültür-sanat iletişimini yalnızca sponsorluk bütçeleriyle değil; stratejik sorumluluk ve toplumsal etki vizyonuyla kurgulamak için birer pusuladır.
İletişimin kalbine sanatı yerleştirmek
Kültür ve sanat, bir markanın ya da kurumun kendini ifade etmesi için yalnızca bir sahne değil; aynı zamanda bir diyalog alanı, bir bağ kurma biçimi ve uzun vadeli etki yaratmanın en incelikli yollarından biri.
Katılımcı kültür, kurumlara yeni bir sorumluluk da yüklüyor: Dinleyen, anlayan, yer açan ve birlikte yaratan bir taraf olmak.
Eğer bir marka, izleyicisini yalnızca “hedef kitle” değil, ortak anlam yaratıcısı olarak görmeye başlarsa; kültür-sanat, iletişim stratejisinin en güçlü ve en insani aracına dönüşüyor. Bu yaklaşımın etkisi, sadece görünürlükle sınırlı kalmıyor; aynı zamanda toplulukla gerçek bir bağ kuruluyor.
Örneğin, bir müze sponsoru olan marka, yalnızca adını sergi afişine koymakla yetinmeyip gençleri dijital rehber içerikleri üretmeye teşvik ettiğinde, izleyicisini hedef kitle olmaktan çıkarır; anlatının aktif bir parçası hâline getirir. Ya da bir açık hava sergisi, ziyaretçilerini yalnızca izleyici olmaya değil; kendi anılarını, duygularını ve görsellerini paylaşarak eserin parçası olmaya davet ettiğinde, o etkinlik bir tanıtım faaliyeti değil; kolektif bir kültürel deneyime dönüşür.
Kısacası:
Bugünün iletişimi çok sesli. Kültür-sanat ise bu seslerin birlikte ahenk yaratabileceği en kapsayıcı alan.
Yeter ki duyulmak kadar, dinlemeye de istekli olalım.
Gündem Endeks (Marketing Türkiye x Bundle): Dijitalde en çok okunan mecralar