
Boykot ediyorum, öyleyse varım!
Tüketici yalnızca bir müşteri mi, yoksa sessiz bir protestocu mu? Günümüz dünyasında bir ürünü almamak, bir markaya sırt çevirmek, hatta bir içeriği izlememek artık sadece bireysel bir tercih değil; toplumsal bir mesaj, kolektif bir duruş. Tüketimin politikleştiği yeni dünyada tüketici alışkanlıklarıyla birlikte markaların da rolü dönüşüyor. “Boykot ediyorum öyleyse varım!” bir tüketim davranışını değil, aynı zamanda çağımızın en güçlü toplumsal reflekslerinden birine ışık tutarken akademisyen, iletişim uzmanı ve araştırmacılarla bu yeni dönemde markaların nasıl bir strateji izlemeleri gerektiğini konuştuk…
Bazı anlar vardır; ekran başında otururken izlediğimiz bir görüntü, sosyal medyada karşımıza çıkan bir haber ya da alışveriş yaptığımız bir markanın politik duruşu içimize sinmez. O anda içimizden bir ses yükselir: “Artık desteklemeyeceğim.” İşte bu içsel kopuş kitleselleştiğinde “boykot” dediğimiz o büyük toplumsal refleksi doğurur.
Boykot; yalnızca bir şeyleri almamak, kullanmamak ya da izlememek değil elbette. Aynı zamanda bir duruş, bir protesto biçimi, zaman zaman da bir vicdan hareketi… Hatta öyle ki Ali Atıf Bir’in deyimiyle “bir kimlik meselesi”, Çiğdem Penn’in sözleriyle ise “Dayanışma ve aidiyet duygusu içinde kendini ifade etme özgürlüğünü bir nebze olsun yaşama” mücadelesi…
Gözün gördüğü gerçek şu ki; bugün ülkenin “her mahallesinde” boykot var. Kimi karşı mahallenin boykotunu beğenmiyor, yetmiyor suçluyor, kimiyse tıpkı kendi boykotu gibi her boykotu ekonomik bir hak olarak tanımlıyor. Günün sonunda biliyoruz ki artık “satın alma” kararı yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda politik bir ifade biçimi…
“Boykotlar her zaman devrim yapmaz belki ama markaların hafızasını tazeler. Markalar sessizliğin strateji olmadığını bilmeli. Duygusunu kaybetmiş tüketici, müşterilikten istifa eder” diyor Halil İbrahim Zeytin, boykotla karşı karşıya kalan markalar içinse Nebahat Özge Akçizmeci’nin önerisi “Bunu sadece bir kriz anı değil bir diyalog başlatma fırsatı olarak görmeli” oluyor.
Boykot meselesinin uzunca süre gündemde kalacağı aşikâr… O sebeple de meselenin özüne dair içgörülere her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Sözü uzmanlara bırakmadan önce gelin “Boykot kültürü”- nün doğumundan bugününe ve hatta dijital çağın yeni kavramı “Cancel culture”a hep birlikte bakalım…
Yüzbaşı Charles’tan Black Lives Matter’a

Boykot kavramı adını, 19. yüzyılda İrlanda’da yaşayan İngiliz toprak sahibi Yüzbaşı Charles Boycott’tan alıyor. O dönemde İrlandalı köylüler, yüksek kiralara ve adaletsiz tarım politikalarına karşı örgütlenir. Boycott’un çalışanları onunla tüm ilişkilerini keser, ne ekinleri kaldırılır ne de dükkanlardan alışveriş yapmasına izin verilir. Bu pasif direniş yöntemi o kadar etkili olur ki Yüzbaşı adeta toplumdan izole edilir. Bu olay literatüre “boykot” kelimesini kazandırır.
1908’de Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan “fes yırtma” eylemi, dönemin önemli tüketici boykotlarından biri olarak kabul edilir. Bu olay, sadece bir ekonomik tepki değil, aynı zamanda dönemin milliyetçilik dalgası, toplumsal bilinçlenme ve siyasal gelişmeleriyle de iç içe geçmiş sembolik bir hareketti. Boykotun kısa vadede Avusturya ürünlerinin satışını etkilediği, yerli üreticileri cesaretlendirdiği söylenebilir fakat uzun vadede Osmanlı’nın Avusturya’yla ekonomik ilişkileri tamamen kesilmez.
Takvimler 1955’in Aralık ayını gösterirken Rosa Parks’ın otobüste “beyazlara yer vermeyi reddetmesiyle” birlikte dönüşümün fitili ateşlendi. Parks’ın bu eylemi nedeniyle tutuklanması, Afro-Amerikan topluluğu içinde büyük bir tepki yarattı ve Montgomery Otobüs Boykotu, 5 Aralık 1955’te başlayarak tam 381 gün sürdü. Martin Luther King Jr. Bu boykot sırasında ön plana çıktı ve ulusal bir lider haline geldi, boykot ekonomik baskı ve hukuki mücadele ile birleşti. Sonunda ABD Yüksek Mahkemesi, otobüslerde ırk ayrımının anayasaya aykırı olduğuna karar verdi. Bu da yalnızca Montgomery için değil, tüm ABD için dönüştürücü bir karar oldu.
Bu çizgi, 21. yüzyılda Black Lives Matter (BLM) hareketiyle yeni bir boyuta taşındı. George Floyd’un polis şiddetiyle hayatını kaybetmesi sonrası sokaklara dökülen milyonlar, yalnızca protesto yürüyüşleriyle değil, aynı zamanda sistematik ırkçılığı destekleyen markaları, yayınları ve içerikleri de hedef alarak geniş çaplı boykot kampanyaları başlattı. Üstelik bu kez hareketin yanında internet ve sosyal medya gibi çok güçlü bir itici güç de vardı. NBA oyuncularının maçlara çıkmaması, dev markaların sosyal adalet mesajları vermek zorunda kalması, BLM’nin boykotla gündemi ve marka evrenini nasıl şekillendirdiğini hepimize gösterdi.
Hashtag’den harekete

Bir dönem boykotlar broşürlerle, megafonlarla ya da dernek toplantılarıyla duyuruluyor olsa da bugün tek bir tweet anında milyonlarca kişiye ulaşabiliyor, Instagram’da birbirine eklenen story’ler bir anda tüm gündemi değiştirebiliyor.
Kullanıcılar, bir markanın etik dışı uygulamalarını saniyeler içinde yayabiliyor, boykot etiketleriyle markalarını ekrandan ekrana ulaştırabiliyor. Hızlı yayılma ve kitle psikolojisinin de etkisiyle markalar bir anda koca bir krizle karşı karşıya kalabiliyor.
Örneğin 2018’de H&M, bir reklamında kullandığı “Coolest Monkey in the Jungle” yazılı çocuk sweatshirt’ü nedeniyle ciddi bir ırkçılık eleştirisiyle karşı karşıya kaldı. Sosyal medyada başlatılan boykot çağrıları markanın hisse değerini düşürdü, birçok mağazasında protestolar yapıldı. Aynı şekilde, #DeleteUber etiketi, şirketin Trump yönetimiyle kurduğu ilişkiye tepki olarak yayılmış, milyonlarca kullanıcının uygulamayı silmesine neden olmuştu.
Bugünse “Tesla Takedown” hareketi yine sosyal medyanın gücüyle tüm dünyaya yayıldı. 2025 yılının Mart ayında düzenlenen “Küresel Eylem Günü” kapsamında, dünya genelinde 200’den fazla Tesla showroom’unda gösteriler düzenlendi.
Markalar artık yalnızca reklam kampanyalarının başarısını değil, sosyal medya kullanıcılarının nabzını da ölçmek zorunda. Zira dijital kamuoyu, basit bir imaj sorunu değil; gerçek bir ekonomi ve itibar riski taşıyor. Tüketiciler, yalnızca ürün değil, değer de satın almak istiyor. Bu nedenle boykot, günümüzde markalar için bir değer testi haline geldi. Dahası Tesla Takedown, sadece bir şirketi hedef almakla kalmayıp, aynı zamanda teknoloji milyarderlerinin siyasi etkisine karşı bir direniş hareketi olarak da görülüyor. Hareketin destekçileri, Musk’ın politikalarını ve şirketin toplum üzerindeki etkisini sorgulayarak, daha geniş bir demokratik tartışma başlatmayı amaçlıyor.
Ancak bu dijital refleksin zaafları da yok değil. Boykotlar çoğu zaman “anlık öfke patlaması” şeklinde başlıyor fakat her zaman sürdürülebilir olmuyor. Tepki büyüyor ama etkisi kısa sürüyor. Bazı markalar bu fırtınaların geçici olduğunu bildikleri için stratejik sessizlikle krizi atlatabiliyor. Bu da “etkili boykot nasıl yapılır?” sorusunu tekrar gündeme getiriyor.
Cancel culture: Yeni nesil boykot mu, dijital linç mi?
Boykot, tarih boyunca kolektif bir bilinçle hareket eden kitlelerin bir direnç yöntemi oldu. Ancak dijital çağla birlikte bu refleks kişiselleşti, hızlandı ve zaman zaman radikalleşti. Ortaya çıkan yeni kavramlardan biri ise “Cancel culture” yani iptal kültürü… Cancel culture, özellikle sosyal medyada bir kişinin, kurumun ya da markanın geçmişte veya günümüzde yaptığı bir davranış ya da talep eden dijital bir hareket. Takipçilerin bir kişiyi artık dinlememesi, bir markayı artık desteklememesi, bir kitabı artık okumaması gibi tepkilerle kendini gösteriyor. Kulağa tanıdık geliyor değil mi? Evet, bu da bir tür boykot. Ama daha bireysel, daha hızlı ve kimi zaman daha acımasız. Cancel culture savunucuları, bu kültürün bir tür “sosyal adalet mekanizması” olduğunu söylüyor. Ana akımın görmezden geldiği hataları ifşa ederek güçsüzlerin sesi olduğunu savunuyorlar. Harvey Weinstein örneğinde olduğu gibi, yıllarca örtbas edilmiş taciz vakalarının sosyal medya baskısıyla ortaya çıkarılması, bu kültürün “hesap sorma” gücünü ortaya koyuyor.
Bugün neler oluyor?

Türkiye’de boykot kültürünün her geçen gün güçlendiğini ve her mahalleye yayıldığını söylemek mümkün. 2020’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Nasıl ki Fransa’da Türk malı satın almayın deniyorsa siz de Fransız markaları satın almayın; Fransız ürünlerine itibar etmeyin” açıklamalarının ardından sosyal medyada hızla boykot listeleri oluşturulmuş ve yayılmıştı.
Türkiye’de İsrail ürünlerine yönelik boykotların başlangıç tarihi ise 2000’li yıllara kadar uzanıyor. Ancak kitlesel ve organize hale gelişi, özellikle 2008 sonrası dönemde artan çatışmalar ve toplumsal tepkilerle birlikte mümkün oldu. Sosyal medya ve dijital iletişim araçlarının gelişmesi, bu boykotları daha geniş kitlelere yayma açısından kritik bir rol oynadı ve bugün halen bu boykot devam ediyor. Üstelik doğrudan İsrail menşeili olmasa da İsrail’e yatırım yaptığı, bağışta bulunduğu ya da hükümetle iş birliği içinde olduğu gerekçesiyle kimi küresel markalar da boykot listelerine alınabiliyor.
Hiç şüphesiz ki bugün “boykot” gündemini oluşturan ve pazarlama iletişimcileri için de kritik bir gündeme dönüştüren Türkiye’deki öğrenci hareketi oldu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ile başlayan süreçte CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in meydanları görmeyen medya kanalları üzerinden başlattığı “boykot çağrısı” hızla büyüdü. Öğrenci kolektifleri, halkı 2 Nisan’da “genel boykot”a, tüm harcamaları durdurmaya davet etti. 9 Nisan için tekrar edilen çağrının ardından esnafın ve özellikle pazarcıların bu boykottan daha az etkilenmesi adına “genel boykot” 6 günde bir tekrar edecek şekilde düzenlendi ve “boykot takvimleri” sosyal medyada dolaşıma girdi.
Boykotun etki gücüne ilişkin hükümet ve muhalefet cephesinden farklı veriler paylaşılıyor olsa da “gündemin” pazarlama profesyonelleri için bıçak sırtı olduğunu söylemek gerek. Zira artık tüm dünyada markaların yalnızca “söylediklerinden” değil “sessizliklerinden” de sorumlu olduğu bir gerçek…
Alışveriş fişi, sandığın gücünü aşarsa…
✓ Boykot bize “satın almam” demenin yeni bir satın alma biçimi olduğunu gösterdi. Sandık, dört yılda bir konuşur ama tüketici her an bir şey söyleyebilir, mesela “almaz”. Yaşanan olaylar boykotun, artık sadece siyasi bir tepki değil, toplumsal bir davranış kodu olduğunu hatırlattı bize. İnsanlar artık “retweet” ile yetinmiyor, cüzdanlarını da konuşmanın bir aracı haline getiriyor.
✓ Sosyolojik açıdan bakıldığında, tüketici boykotu bir nevi pasif direnişin süpermarket versiyonudur. İnsanlar kendini çaresiz hissettikçe, güçlü hissettikleri tek yere, yani tüketim tercihine sarılıyor. Çünkü bazı rejimlerde oy sayılmaz ama fiş sayılır.
✓ Tüketici içgörüsü burada net: “Beni dinlemiyorsan, paramı da unut.” İşte bu yüzden, boykot günü alışverişe çıkarak kendilerini bir toplum kesiminin karşısına koymaları sadece iletişim hatası değil, duygusal zeka eksikliğidir. Hele alışveriş yapılan mağaza boşsa, sahnede alkış yokken tirat atmaya benzer: Ters etki yaratır, boykotu romantikleştirir, motive eder.
✓ Dünya da boş durmuyor. 2024’te Fransa’da yaşanan “Lycra Boykotu”, bir milletvekilinin ayrımcı açıklaması sonrası kadın tüketicilerin iç giyim markasını bir hafta boyunca terk etmesiyle sonuçlanmış, markaya bir yılda yüzde 17 pazar kaybı yaşatmıştı. Yani “almasak ne olur?” değil, “almasak çok şey olur.”
✓ Peki, boykotlar ne kadar kalıcı? Kısa vadede ses getirir, uzun vadede dönüşüm yaratmak için markaların bunu anlaması gerekir. “Susmak” strateji değildir. Tüketiciyi dinlemek, şeffaf iletişim kurmak ve gerekirse pozisyon almak; yeni dönemin marka reçetesidir. Çünkü artık tüketici sadece satın almıyor, değerlendiriyor, yönlendiriyor, değiştirebiliyor.
✓ Boykotlar her zaman devrim yapmaz belki ama markaların hafızasını tazeler. Markalar sessizliğin strateji olmadığını bilmeli. Duygusunu kaybetmiş tüketici, müşterilikten istifa eder.
Tüketiciler seslerinin duyulmasını bekliyor

YouGov Türkiye Genel Müdürü
✓ Türkiye’de boykotlar genellikle tepki odaklı gelişse de sosyal medyanın etkisiyle bu çağrılar artık dakikalar içinde geniş kitlelere ulaşıyor. YouGov Türkiye’nin boykot araştırmasına göre*, toplumun yüzde 63’ü son üç ayda bazı markaları belirli gerekçelerle boykot etti; bu oran 55 yaş üzerindekilerde yüzde 76’ya çıkıyor. Toplumun yarısı 2 Nisan’da alışveriş yapmayarak tam boykota katıldığını belirtirken bu çağrıyı sosyal medyadan duyanların oranı yüzde 86, siyasi partiler aracılığıyla haberdar olanların oranı ise yüzde 39. 2 Nisan’daki boykota en yüksek katılım yüzde 65 ile 18-24 yaş grubunda gerçekleşirken bu oran 25-34 yaş aralığında yüzde 49’a, 35-44 aralığında ise yüzde 41’e kadar düşüyor.
✓ Artan yaşam maliyetleri küresel ölçekte tüketim boykotlarını tetikliyor. Balkanlar’da bu hareket Hırvatistan’da tüketici derneklerinin sosyal medya çağrısıyla başladı. Bölgede haftanın belli günlerine yayılan tam boykotlar sürdürülebilir bir yöntem olarak ortaya çıktı. Araştırmamızda boykot yapanların yüzde 59’unun çağrı yapıldıkça her Çarşamba boykot yapacağını belirttiğini gördük. Bu da eğer gerçekleşirse toplumun yaklaşık yüzde 30’una tekabül ediyor.
✓ Toplumun yüzde 44’ü boykotların uzun vadede etkili olacağına inanıyor. Bu oran 2 Nisan boykotuna katılanlar arasında yüzde 69’a kadar çıkıyor. Seçmen grupları arasında boykot eğilimleri farklılık gösteriyor: Son üç ayda boykot uyguladığını belirtenlerin oranı AK Parti seçmenlerinde yüzde 28 ile en düşük seviyede. 2 Nisan boykotuna katılım açısından bakıldığında CHP seçmenlerinin katılım oranı AK Parti seçmenlerine kıyasla 3,2 kat daha yüksek. Boykotlar bireysel değerlerle örtüştüğünde uzun süre devam edebiliyor.
✓ Bir markanın boykotla karşı karşıya kalması çok zorlu ve uzun soluklu bir süreç. Üstelik finansal boyutları da ağır olabilir. Boykotla karşı karşıya kalan markalar, bunu sadece bir kriz anı değil bir diyalog başlatma fırsatı olarak görmeli. Tüketiciler seslerinin duyulmasını bekliyor; markaların ise gerçekten dinlemesi, açık ve samimi bir iletişimle yanıt vermesi gerekiyor. Güven veren adımlar atıldığında gerilim zamanla karşılıklı anlayışa dönüşür.
Araştırma Künyesi
YouGov tarafından düzenlenen araştırma kapsamında 18 yaş ve üzeri kadın ve erkek, ABC1C2 SES gruplarına mensup, Türkiye temsili 12 ilde (Adana, Ankara, Balıkesir, Bursa, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Kayseri, Malatya, Samsun ve Trabzon) yaşayan 800 kişi ile görüşülmüştür. Saha çalışması CAWI (Bilgisayar Destekli İnternet Anketi) araştırma yöntemi kullanılarak 4 – 11 Nisan 2025 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir.
Markalar için her gün seçim var
✓ Boykot kültürü yeni bir kavram değil; ancak son yıllarda boykotların sayısı ve süresi birçok ülkede artıyor ve siyasi bir boyut kazanıyor. Sadece ülkemizde değil, her yerde boykot örneklerini global bir trend olarak izliyoruz. Bunun temel sebebi, giderek kısıtlanan demokratik haklar ve jenerasyonların değişen aidiyet hissi.
✓ Demokratik hakları sınırlanan birey, bir tüketici olarak kendi ekonomik tercihlerini siyasi eğilimleri doğrultusunda kullanmayı seçiyor. Bu yolla bir dayanışma ve aidiyet duygusu içinde kendini ifade etme özgürlüğünü bir nebze olsun yaşamaya çalışıyor. Bunun yanında, boykotlar kolay bir protesto yöntemi olması ve katılan kişiye maddi bir yük getirmemesiyle de öne çıkıyor. Boykota katılan birinin aldığı en büyük risk, sevdiği bir üründen ya da hizmetten uzak kalmak.
✓ Boykotlar, bir markayı tamamen yok edecek kadar etkili değil. Buna rağmen boykotların dönüştürücü bir gücü var. Yani uzun vadede pozitif etkileri var ve tüketicinin sadece beğendiği markaları seçmek gibi temel ekonomik haklarını kullanıyorlar.
✓ Boykotla karşı karşıya kalan markalar, itibar yönetimine dikkat etmeli. Sadece boykot sırasında değil, sonrasında da tüketicilerle tarafsız, siyasetten arındırılmış ve şeffaf bir ilişki kurmak her markanın avantajına olur. Markalar, şirketler; herhangi bir siyasi görüşten ya da hükümetten çok daha uzun vadeli düşünmek zorunda. Siyasi partiler dört yılda bir seçilirken, markalar her gün tüketicileri tarafından yeniden seçiliyor. Bir gün gelip seçilmediklerinde, bunun nedenini kendi içlerinde aramalılar. Tüketiciyle duygusal bağ kuramayan, onları gerçekten angaje edemeyen markalar boykot riskiyle daha fazla karşı karşıya kalıyor.
Küresel köyden çıkış: Boykot
✓ Boykot; bir ürün, marka ya da ülkeye karşı, tepki veya dayanışma amacıyla geliştirilen gönüllü bir uzak durma eylemidir. Bu eylemler sadece siyasi bir duruş değil, aynı zamanda yerli üreticiyi destekleme refleksi olarak da okunabilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu bilinç “yerli malı kullanma seferberliği”ne dönüşerek sistematik hale geldi. Ancak günümüzde, küresel sermaye yapıları ve çok katmanlı ortaklıklar nedeniyle boykotların etkisi daha karmaşık hale geldi. Global markaların yerel tedarikçilerle çalışması ve yerel iş gücü kullanması, bir boykotun sadece yabancı sermayeye değil, aynı zamanda yerli üreticiye de zarar verebileceği anlamına geliyor.
✓ Boykot, özünde barışçıl ve sivil bir protesto biçimi olsa da kötü niyetli aktörler tarafından manipülasyona açık hale gelebiliyor. Sosyal medyada hızla yayılan “iptal kültürü”, haklı-haksız ayrımı yapmaksızın kişi ya da kurumları hedef haline getirebiliyor. Bu durum dijital lince ve toplumsal kutuplaşmaya zemin hazırlayabiliyor.
✓ Markaların itibarını korumak ve krizlere karşı hazırlıklı hale getirmek, iletişim profesyonelleri açısından son derece önemlidir. Zira, farklı çıkar gruplarının yönlendirdiği dezenformasyon kampanyaları ve bilgi kirliliği, yalnızca markaların değil, aynı zamanda ulusal ekonominin de zarar görmesine yol açabilecek bir risk taşımaktadır. Ülke ekonomisine doğrudan katkı sağlayan markaların itibarının korunması ve kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi, şeffaf, tutarlı ve zamanında yürütülen iletişim süreçleriyle mümkün olacaktır. İletişim disiplininin bu süreçte üstleneceği görev, sadece marka savunuculuğu değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluk bilinciyle kamu yararını gözeten bir denge unsuru olmaktır.
Boykot artık bir “kimlik” meselesi
✓ Türkiye’de uzun süredir siyaset, gündelik hayatın en küçük ve özel alanlarına kadar sirayet etmiş vaziyette. Tüketim tercihleri de bu alanlardan biri… Hangi kargo şirketini seçtiğiniz, paranızı hangi bankada tuttuğunuz, hangi kahveyi içtiğiniz, hangi arabaya bindiğiniz, hangi markete gittiğiniz artık sadece tüketim değil; kişisel ve hatta toplumsal bir pozisyonun göstergesi niteliği taşıyabiliyor. Bu nedenle boykot sadece tüketim tercihini etkileyen bir tepki değil, bir kimlik tanımlaması halini alıyor. Dolayısıyla statü etkili, evde tüketilmeyen markaların boykottan etkilenme düzeyleri daha fazla olacaktır.
✓ Peki ekonomik koşulların yarattığı baskı altında bu davranışı ilk günkü gibi sürdürmek ne kadar mümkün? İnsanlar enflasyonist ortamlarda uygun fiyat ve kolay erişim gibi pragmatik nedenlerle ideolojik tepkilerini ikinci plana atabiliyor. Boykot çağrısı yaptığı kurumun üç gün sonra indirimli ürününü gördüğünde satın alabiliyor.
✓ Gerçekten uzun vadeli ve derin etkili bir boykot varsa, bu zaten kendini satış rakamlarında, kamuoyu araştırmalarında, müşteri davranışlarında gösterir. Ama sadece dijitalde zoraki büyütülen, daha sonra da sembolik olarak büyütülen bir ses varsa, o zaman strateji de ona göre şekillenmeli… Soğukkanlı, dikkatli, hazır ama panik yaratmayan, yangına körükle gitmeyen, haksızlık yapılsa da sabırlı bir duruş sergileyebilmek çok kritik.
✓ Markalar açısından siyasetin şehvetinden etkilenmemekte fayda var. Markalar tüketicilerine hizmet etmeye, onlara kendilerini anlatmaya her hâlükârda devam etmeliler. Çünkü iki meseleyi ayrıştırmamak, aynı terazide tartmak, yanlış kararlar doğurabilir.