Faili meçhul bir cinayete kurban giden Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu’nun oğlu, Radikal Gazetesi Köşe Yazı Özgür Mumcu, “Babamdan aldığım bayrağı taşımak gibi bir düşüncem yok” diyor. Bu sorumluluğunun ağırlığına işaret eden Mumcu, gazeteciliğin padişahlık gibi babadan oğula geçmesini ise saçma buluyor. “Babanızın ölümünü göz önüne aldığınızda yazarlık yapmak sizi korkutmuyor mu?” sorusuna ise “Böyle bir durumda ‘Babamı öldürmüşler beni de öldürsünler, mühim değil’ diye düşünüyorsunuz. Daha kötü ne olabilir ki?” diyor ve ekliyor: “Hiçbir zaman öldürülme korkusu taşımadım!” Hükümetin medyada “belgesiz bir baskı ve sansür” uyguladığını düşünen Mumcu, “Başbakanın işi gücü mü yok, neden bunlarla uğraşıyor?” diye düşünmeden edemiyor insan” diyor. “Babanız yaşıyor olsaydı o da Ergenekon’dan içeride olur muydu?” sorusunu ise şöyle yanıtlıyor: “Ergenekon’dan öyle isimleri içeri aldılar ki o da mümkün!” İşte Özgür Mumcu’nun o ses getirecek açıklamaları…
Aslında hukuk eğitimi aldınız ve akademik alanda çalışmalarını sürdürüyorsunuz. Bu süreçte yazarlık serüveni nasıl başladı?
Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra üniversitede araştırma görevlisi olarak çalıştım. Ardından yüksek lisans ve doktora yapmak için Fransa’ya gittim. Şu anda Galatasaray Üniversitesi’nde çalışmaya devam ediyorum. Fransa’da doktora yaparken birkaç arkadaş bir araya gelerek bir blog oluşturduk. Orada memleketin vaziyeti hakkında yazılar yazmaya başladık. Oradaki yazıları gören arkadaşım Koray Çalışkan, o zamanlar BirGün gazetesinde yazıyordu. BirGün’den ayrıldığı dönemde gazeteye beni önermiş. Oradan bir teklif aldım. Önce biraz tereddüt ettim. Düzenli olarak yazmayı ve ortalıkta daha çok görünmeyi isteyip istemediğimi düşündüm. Yaklaşık 4 aylık bir sürecin ardından da teklifi kabul ettim.
Öncesinde medya dünyasına girmek gibi bir planınız var mıydı?
Doktoranın son dönemlerinde 30 yaşına geldiğimde aklıma geldi. Ondan önce hiç aklıma gelmedi çünkü bu camianın içinde büyüdüm ve bu alana çok büyük bir katkım olacağını düşünmüyordum. Hatta ilgilenmiyordum bile. Belki yurtdışında olmamın etkisi oldu çünkü Türkiye siyasetiyle, aktüalitesiyle dışarıdayken daha çok ilgileniyor insan. İçindeyken pek de bulaşmak istemiyorsunuz. Öte yandan yurtdışındayken Türkiye’de olup bitenleri daha net görmeye başladım. Bu da bende bazı konularda tavır alma dürtüsü oluşturdu.
Bir söyleşinizde “Dayanamadım ve yazmaya başladım” demiştiniz. Neydi o dayanamadığınız konular?
Türkiye’de ulusalcılarla liberaller arasında ki kutuplaşmanın çok manasız bir yere doğru gittiğini görmeye başladım. O sebeple “Bunda kilitli kalmak zorunda değiliz, başka şeyler de söylenebilir” diye düşündüm ve yazmaya başlamıştım. O kutuplaşmanın aşılması gerektiğini düşünüyordum. Zannederim pek başarılı olamadık. Kutuplaşma hâlâ devam ediyor.
“Babamdan aldığım bayrağı taşımak gibi bir düşüncem yok” diyorsunuz. Neden? O bayrağı taşımanın ağırlığı mı korkutuyor sizi?
Elbette bu ağır bir sorumluluk. İki sebepten kaynaklanıyor. Birincisi babamın işi yapış şekli… Araştırmacı gazeteciliği babamın yaptığı şekilde yapma iddiasında değilim çünkü hiç muhabirlik yapmadım, gerçekten gazeteciliğin içinden gelmiyorum, hiç haber yazmadım. Bu açıdan baktığınız zaman gazeteci değilim. Bu sebeple benim yapabileceğim bir iş değil. Yapamayacağım bir işin altına da girmek istemem. İkincisi de; babamın öldürülmesinden sonra manevi bir ağırlık oluştu ve o manevi ağırlığın bir temsilcisiymişim gibi görünmek istemem. Aynı zamanda bu işin padişahlık gibi babadan oğula geçmesini de saçma buluyorum. Bu sebeple kendimi bir bayrak taşıyıcısı gibi görmüyorum. Ancak elbette babamın yaptığı her şeyi büyük saygıyla anmaya devam ediyorum.
Uğur Mumcu, basın özgürlüğü yolunda belki de ödenebilecek en ağır bedellerden birini ödedi. Sizin de zaman zaman sert yazılarınız oluyor. Bununla alakalı bir korkunuz var mı?
Korkuyla yazmıyorum. Hiç de korkmadım yazarken. Öte yandan babamın öldürülmesi yazılarındaki üslup sertliğinden ziyade ulaştığı dosyalardı. Benim gazeteye yazma tarzım araştırmacı gazetecilik üzerine olmadığı için asıl korkması gerekenler bu işleri gerçekten araştıran insanlar. Asıl riski onlar alıyor ki bugün de en çok baskı görenler ve hapse atılanlar onlar. Öte yandan başınıza böyle bir şey geldiğinde zaten artık korkmamaya başlıyorsunuz. “Babamı öldürmüşler beni de öldürsünler, mühim değil” diye düşünüyorsunuz. “Daha kötü ne olabilir ki” diyorsunuz. Şunun da altını çizmek isterim ki hiçbir zaman da öldürülme korkusu taşımadım. Beni kimsenin öldüreceği kadar önemli şeyler yazdığımı düşünmüyorum.
Herkes babanız ne düşünüyorsa sizin de öyle düşünmenizi bekliyor sanırım. Böyle bir kaygınız var mı sizin de?
Yok, çünkü bu bir kere tarihin akışına da aykırı olur. Herkes aynı şeyi düşünmek zorunda değil. Kim babasıyla tamamen aynı fikirdedir ki? “Babam ne düşünürdü acaba bu yazdığımla ilgili” diyerek yazmıyorum, ben ne düşünüyorsam onu yazıyorum. Babamın fikirleriyle yüzde 100 örtüşmediği gibi yüzde 100 karşıt da değil görüşlerim. Genel olarak sol görüşlü bir ailenin içindeyiz diyebilirim. Bir de babamın ölümünün üzerinden 20 yıl geçti. Bugün babam nasıl düşünürdü onu bilemiyorum.
Babanız Uğur Mumcu’nun faillerinin bulunması için hala çalışıyor musunuz?
Umut davası başladıktan sonra müdahil sıfatıyla aile olarak davanın tüm aşamalarına katıldık ve soruşturmanın yeterince yürütülmediği şeklinde kaygılarımız olduğunu her fırsatta dile getirdik. Bu ne anlama geliyor? Bazı tetikçilerin yakalanması söz konusu ancak doğrudan babamın aracına bombayı koyan insan hâlâ firari ve bu emirleri kimlerin verdiği henüz ortada değil. Bunun haricinde bütün bu cinayete hazırlık hareketleri yapılırken emniyetin, istihbarat örgütlerinin nasıl bunun farkına varmadığı konusunda ciddi şüpheler var ve bunun bazı somut delilleri de var. Bütün bunlar 1993 yılından dava sonuna kadar defalarca ilgili birimlere bildirildi. Annem de son kitabında bundan bahsediyor. En azından devlet arşivinde hiçbir işe yaramasa bile belge bulunsun dedik. En son iki yıl önce soruşturmayı savsaklayanlar açısından bir suç duyurusunda bulunduk ancak ondan da bir sonuç alamadık.
Kızgın mısınız?
Artık kızgın değilim. Elbette bir öfke var. O öfke zaman içerisinde yerini böyle hak ihlalleriyle mücadele etme kararlılığına bırakıyor. Çünkü öfkeyle bir yere kadar gidebilirisiniz. Öfke yıpratıcı bir şey aynı zamanda.
Bir hukukçu, bir yazar gözüyle Türkiye’nin medya özgürlüğü performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medya özgürlüğü ifade özgürlüğünün bir parçası aslında… Türkiye ifade özgürlüğünde dünyada hangi sıradaysa basın özgürlüğünde de o sırada yer alıyor. Bu da çok iyi bir sıra değil. Ancak bu Türkiye’nin doğrudan diktatörel ya da çok otoriter bir rejimle yönetildiğini de göstermiyor. Yayınlara ya da televizyonlara önceden getirilmiş kısıtlamalar, klasik anlamıyla bir sansür elbette yok. Ancak hükümet tarafından uygulanan çeşitli baskılar var. Bu her yerde dillendiriliyor ancak somut bir delil bulmak mümkün değil. Hiçbir zaman sıkıyönetim komutanlarından gazetelere bir emir gitmiyor. Daha ziyade telefonlar açılıyor. Belgesiz baskı ve sansür söz konusu. İnsanlar işlerinden atılıyor, uzun süre işsiz kalıyorlar, bazı kanalların yayın politikası aniden değişiyor. Elbette sadece hükümet kaynaklı değil bu. Böyle bir şey eskiden beri vardı ancak hep koalisyon hükümetleri olduğu için iktidar tek elde toplanıp baskıyı tek elden yapamıyordu. Şimdi ise hakim parti hükümeti var. Bu baskının yoğunluğunu artırıyor. Medyanın sermaye yapısıyla ilgili ciddi bir sorun var. Bu sorun bütün Güney Avrupa ülkelerinde de var aslında. İtalya’da da benzer sorunlar var, İspanya’da da… Öte yandan baktığınız zaman dünyada en çok ulusal gazetesi olan ülkelerden biriyiz. Ancak hem hükümet tarafından gelen baskı hem de basının sermaye yapısı ve bunun getirmiş olduğu tekelleşmeden dolayı belli bir özgürlük eksikliği var. Ancak bu özgürlük eksikliği aşılamayacak bir sorun değil.
Basın özgürlüğü konusunda “Sayın Başbakan’a dilekçe” başlıklı kinayeli yazınız çok konuşuldu. Erdoğan’ın medyayla ilişkisini nasıl tarif ediyorsunuz?
11 küsur yıllık, artık üzerinde herhangi bir denetim olmayan bir iktidarın giderek kuvvetlenmesi ve giderek denetimsiz davranması normal. Ben de 11 yıl boyunca Başbakan olsam ve bana en yakın parti, benim aldığım oyun yarısını alsa ben de tuhaf tuhaf hareket etmeye başlayabilirim. Yani bu sadece Erdoğan’ın kişiliğinden kaynaklanmıyor. Yargı denetiminin kuvvetlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle Danıştay’ın ve Anayasa mahkemesinin… Tabii bir geçiş aşamasında olduğumuz için bugüne kadar biraz ifrattefrit durumu oldu. Bugüne kadar seçilmiş hükümetlerin üzerinde seçilmemişlerin, bürokratların tesiri vardı. Onu kırmaya çalışırken bu kez seçilmişlerin üzerinde herhangi bir denetim kalmamaya başladı. Öte yandan Erdoğan’ın kişisel üslubundan kaynaklanan bir hal var. Bu belki de olumlu bir şey çünkü Erdoğan amacını açıkça söylüyor, gizliden yapmıyor. Ancak koskoca Başbakan’ın teker teker köşe yazarlarını bazen isim vererek hedef göstermesi çok da normal bir durum değil. “Başbakanın işi gücü mü yok, neden bunlarla uğraşıyor?” diye düşünmeden edemiyor insan. Herhalde daha önemli işleri vardır. Bir köşe yazarını kaç kişi okur en fazla? Ancak sonucunda bazı isimler zikrediyor ve o isimler bir süre sonra işsiz kalıyorsa burada ciddi bir sorun var demektir.
Sizde de bir kaygı yaratıyor mu bu durum?
Böyle bir durumla her zaman karşılaşılabilir. Ben henüz karşılaşmadım. Ancak karşılaşsam bir daha yazmam diye düşünüyorum. O konuda rahatım. İktidara muhalefet yazan herkes şu anda bu düşünceyle yazıyor. En kötüsü ayrılırım diye bakıyor insanlar. Tamamen hükümete karşı olan, muhalefetin kurmuş olduğu bazı gazeteler var ama onlar zaten tarafını belli ettiği için rahat. Ancak daha ortada olmaya çalışan ya da eski merkez medya dediğimiz gelenekten gelen isimler biraz daha tedirgin. Fakat ben şahsım adına henüz bir baskıyla karşılaşmadım.
Son 10 yıl içerisinde orduyla alakalı ciddi gelişmeler oldu. Ergenekon Davası başladı, darbe süreçlerinin hesabının sorulacağı konuşuldu, Kürt meselesinde bir barış süreci dillendiriliyor… Ama bunların hepsinin yanında faili meçhuller özel olarak ele alınıp bir hesaplaşma dönemi başlamadı.
Nedir oradaki kilit?
Ergenekon Davası hiçbir zaman Fırat’ın doğusuna geçemedi. Yani hiçbir zaman 1990’lı yıllarda derin devletle bağlantısı olduğu açık olanların işlemiş olduğu cinayetlere ilişkin bir soruşturma yapılmadı. Yargılananlar bundan dolayı yargılanmıyorlar. Bunun haricinde Toplumsal Bellek Platformu’nun tesiriyle birçok defa faili meçhul cinayetlerin araştırılması için önerge verildi meclise ancak her zaman AKP oylarıyla reddedildi. Bu konu zannederim ki şu sebeple eksik bırakılıyor; “Buna girersek bu işi hiç çözemeyiz” diye bakılıyor olabilir ya da hesaplaşma sadece göstermelik bir hesaplaşma şeklinde yürütülüyor olabilir. Ben de kesin cevabı bilmiyorum.