O Türk medyasının en sıra dışı, en sivri dilli ve en esprili kalemlerinden biri. Akşam gazetesinde yazdığı yazılarla meşhur olan Yiğit Karaahmet, kendi deyimiyle “medyadan aforoz edildikten sonra” Cüneyt Özdemir’in kurduğu tablet gazetesi Dipnot’ta yazmaya başladı. Bu yazın başında “Yiğit Karaahmet’in Şahane Hayatı” adlı kitabıyla kendinden söz ettirmeyi başaran yazar, yazın son bombasını ise Dipnot’tan ayrılık kararıyla patlattı. İşte Karaahmet’in “şahane” hayatı ve Dipnot ayrılığı hakkında bilinmeyenler…
Yiğit Karaahmet, yazılarıyla olay yaratıyor ama aslında kim olduğunu nereden geldiğini kimse bilmiyor. Kimdir o “şahane hayata” sahip Yiğit Karaahmet?
Ben aklında gazetecilik okumak falan yokken üniversitede tarihi bir hata olarak gazetecilik kazanmış biriyim. Aslında tek amacım yaşadığım taşra şehrinden bir an önce kurtulmaktı. O yüzden kazanabileceğim her yeri yazıp bir tesadüf eseri sınavdan bir gece önce hukuku silip gazetecilik yazdım ve Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’ne girdim. Okulun bana kattığı tek şey üçüncü sınıfta sağladığı staj hakkı oldu. Böylece Milliyet Sanat dergisinde çalışmaya başladım. On beş gün kadar orada kaldıktan sonra Milliyet eklere geçtim. İki üç yıl kadar da orada çalıştım. Sonra oradan da çok sıkılarak hiç yapılmayacak bir şeyi yaptım ve günlük bir gazeteyi bırakıp haftalık bir dergi olan Aktüel’e geçtim. Aktüel’in yönetimi değişince ayrıldım. Mansur Forutan döneminde kapak röportajları yapmak için girdim fakat Mansur ve ekibi oradan ayrılınca eski Aktüel yönetimi tekrar başa geldi. Biraz daha politik bir çizgiye kaymak istediler ve siyaset alakamın olmadığı bir konuydu. Oradan da ayrıldım. Ben kararlarımı alırken hep fevri davranırım. Aktüel’den ayrılınca bir süre işsiz kaldım. Dışarıdan ufak tefek freelance yazılar yazmaya başladım. Sonra Akşam gazetesinden teklif geldi. İki buçuk yıl kadar Akşam’da yazdıktan sonra oradan da ayrıldım. Bir yıl boyunca hiçbir şey yapmadım. Majör bir depresyonda boğuştum. Geçtiğimiz Ocak ayında Akşam’daki son yazımın yayınlanmasının üzerinden tam bir yıl geçmişken Cüneyt Özdemir’den teklif geldi. Bir iPad gazetesi kuracağını ve orada benimle çalışmak istediğini söyledi. İlk teklif götürdüğü insan da bendim zaten. Kabul ettim. Yapacak başka hiçbir iş yoktu zaten.
Peki, neden ilk size getirmiş bu teklifi?
Cüneyt’in yapmak istediği iPad dergisi biraz daha life-style ağırlıklı magazine önem veren, dünyadan haberlerin, farklı görüşlerin yer alacağı bir yayındı. Ben ona ne yapmak istediğime dair birkaç örnek yazımı gösterdim. Siteye de yazmamı istedi, tamam dedim ve başladık. Yaklaşık üç ay önce de Vouge’a yazmaya başladım. Eskiden beri en büyük isteklerimden biri Vouge ya da Vanity Fair gibi bir dergide çalışmaktı. Vouge ekibiyle anlaşma yaptıktan sonra oraya da freelance yazılar yazmaya başladım.
Milliyet, Aktüel, Akşam gibi çok daha geniş kitlelere hitap eden yayınlara yazdıktan sonra bir tablet gazetesine yazmak zor bir karar değil miydi? Yine günlük bir gazeteye yazmak ya da televizyona geçiş yapmak gibi hayalleriniz yok mu?
Açık söylemek gerekirse, tabii ki de var. İnternet medyası ve sosyal medya benim hiç bilmediğim bir kulvardı ve nasıl olacağıyla ilgili hiçbir fikrim yoktu. Bunun artıları ve eksileri var. Artıları şöyle, konu seçme bakımından nispeten rahatım. Maalesef çok muhafazakâr bir ülkede yaşıyoruz. Ana akım medya gerçekten bir lağım çukuru kadar kötü. Çok dar görüşlüler çok kapalılar. Farklı olan hiçbir fikre sıcak bakmıyorlar. Senin durduğun yer ve ne yapmak istediğin hiç önemli değil. Hayatlarına bir at gözlüğüyle devam etmek istiyorlar. Bu anlamda çok kötü. Ben Milliyet’teyken, “Yazılarınızı ortaokul seviyesindeki insanların anlayabileceği şekilde yazmanız gerek” demişlerdi. Çok üzücü ama gerçek… İnternet medyasında biraz daha rahatsınız.Çünkü internet kullanıcıları eğitim seviyesi daha yüksek insanlar. Ama ben gazeteciyim bu işe basılı yayınlarda başladım ve o şekilde devam etmek isterdim. Ben isterim ama onlar beni ister mi bilmiyorum?
Peki, ne oldu da bir anda Dipnot’tan ayrılma kararı aldınız?
Dipnot’tan ayrılma kararını ben almadım. Onlar bana böyle bildirimde bulundular. Hoş, son dönemde iyice tadı kaçmaya başlamıştı artık. Sürekli değiştirilen ve değiştirilmek istenen yazılar, basılmayanlar… Sürekli bir sinir harbi yaşanıyordu. Son noktada ben kendime otosansür uygulamak zorunda kalıyordum ve bu hiç de istemediğim bir şeydi. Medyada devrim yaratıyoruz, medyanın seyrini değiştiriyoruz diye büyük laflarla çıkan bir internet sitesinde bile sonunda gelip sansüre takılmak çok can sıkıcı elbette. Ama olaya daha magazinsel ve sansayonel yönden bakmak istersek, tüm arkadaşlarımdan gelen ve benim de inandığım şey Sezen Aksu yüzünden olduğu teorisi. Son yazım Sezen Aksu hakkındaydı ve dipnot’ta beğenilme rekoru kırdı. Gayet manidar bir şekilde yazılarım arasında en son o duruyor. Bundan da gurur duyuyorum. Kraliçenin eli her yere uzanabilir ama bu benim onun hakkındaki fikirlerimi asla değiştirmeyecek.
Şimdi ne yapacaksınız? Gönlünüzden geçen, şurada yazsam ne iyi olur dediğiniz bir gazete var mı şu anda?
Ben Zaman’a da yazarım, Yeni Şafak’a da… Life-style yazılar yazan bir popüler kültür yazarıyım. Bu herkesin aslında en çok okuduğu şey. Bunu sadece “Bu gece şurada Teoman’ın konseri var, çok eğlendik, Ajda Pekkan harika bir insan, her şey süper, çok eğleniyoruz, partiler, içkiler mükemmel” şeklinde yazmıyorum. Gördüğüm şeylerin ne kadar kötü ve iğrenç olduğunu yazıyorum. Bu insanların biraz salak olduklarını söyleyerek yazmaktan yanayım. Ben isterim. Her şeyi de yazabilirim. Ne güzel Hürriyet’te ya da Sabah’ta yazsam ve daha çok insana ulaşsam. Biraz Türklerin ezberini bozsak. Ama onlar beni istemezler.
Otosansürden hoşlanmadığınızı söylüyorsunuz. Hiç mi olmamalı bir gazetecinin otosansürü?
Ben yazılarımı sadece kendim için yazıyorum. Hiçbir insanın yazdıklarım hakkında ne düşüneceğini, çalıştığım yere zarar verip vermeyeceğini düşünmüyorum. Yazımın başına oturduğum zaman kendim neyle ilgileniyorsam onunla ilgili yazıyorum. Siyasetle de ilgileniyorum, Hilal Cebeci’nin memeleriyle de… Eşit bir ilgi alanım var ve bunları bu şekilde yansıtmaktan hoşlanıyorum.
Yazdıklarınızı çok zekice bulanlar da var, çok patavatsız ya da mesnetsiz bulanlar da… Siz nasıl tanımlıyorsunuz bu tarzı?
Bir kere ben zeki falan değilim, öncelikle bunu söyleyeyim. Tam tersine bence çok aptalım. Zeki olsaydım eğer, bu zamana kadar kadrolu bir işte çalıştırdım, hayatımı garanti altına almış olurdum. Durup dururken bir insanın gözüne parmağını sokmaya çalışmak bir zeka göstergesi değildir bence. Zeki değil uyumsuz olduğuma inanıyorum. Bir uyum problemim var. Normal hayatımda çok tatlıyımdır, eğlenceliyimdir. Yazılarımda da öyle olduğuma inanıyorum aslında. Sadece ve sadece çok sıkılıyorum! Herkesten ve her şeyden. Burada da sıkılıyorum, yurtdışına çıktığımda orada da… Ve biraz eğlenmek istiyorum. Eğlenmek için de insanları rahatsız etmek bence çok güzel bir yol. Saldırmak benim iletişim kurma biçimim. Ne düşünüyorsam dilimin ve kalemimin ucunda. Soruya dönmek gerekirse ben zeki falan değilim, zeki olsam başka bir şey olurdum bence.
Bu kadar homofobik bir medya ortamında gay olduğunu açıkça söylemek cesaret istemiyor mu?
Bence tam tersi bunu bir sürü insanın çıkıp söylemesi gerekiyor. Ben hiçbir zaman ben gay’im diye bir açıklama yapmadım. Bunun saklanmasını da yanlış buluyorum, çıkıp ortalara dökülmesini de. Türkiye’de yaşayan normal bir bireyim. Sadece cinsel yönelik mim bu yönde. Biz peri masallarıyla biraz fazla uyutulduk. Sıkıcı heteroseksüel ilişkilerle, heteroların aptal dünyalarıyla, kendi içlerinde yaşadıkları o trajedilerle çok fazla ilgilendik. Dediğim gibi bu toplumda yaşayan eşcinseller de var. Ben de medyadaki bir temsilcisiyim ve tabii ki hayatımın çok önemli bir bölümü bu önyargılarla mücadele ederek geçiyor. Çok uzun yıllarımı bir taşra şehrinde geçirdim. Orta sınıf taşra ahlakıyla yetiştirildim. Harika bir ailem vardır, beni dövmediler, odalara da kitlemediler. Ama şu an sıkıldığımın beş katı daha fazla sıkılıyordum. Çok uzun bir dönemim hasta olduğumu düşünerek geçti. Arkadaşlarımın bambaşka hayatı vardı. Bu durumu kabul ettikten sonra bir ampul yandı ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi kalmadı. Kendime çok dürüst olmaya başladım ve hayat çizgim bambaşka bir yönde ilerlemeye başladı. Bu benim için bir mihenk taşı oldu. Ancak o zaman dünyayı algılamam gerektiği gibi algılamaya başladım. Türkiye’de eşcinseller çok zor durumda, hâlâ öldürülüyorlar, hâlâ birtakım psikiyatristlere götürülerek onlardaki “sorunlar” kafalarına tornavidalar sokularak değiştirilmeye çalışılıyor. On ya da yirmi yıl sonra bu yaptıklarımız yüzünden çok utanacağız, çok üzüleceğiz. Ben bunun için yirmi yıl beklemek istemiyorum. Bunun için benim elimden gelen şey, “Neysen O’sun ve bunu yansıtmaktan çekinme” diyebilmek. Ben böyleyim ve bunun bir cesaret örneği olduğunu düşünmüyorum. Yazılarımda sık sık bundan bahsediyorum. Gay kültürüne ve gay’lerin hayat tarzına, kendi içlerindeki ikilemlere, kıskançlıklara, kaprislere dair yazılar yazıyorum. Bunu belki hasbel kader Şırnak’ın bir köyünde 16, 17 yaşında ailesi tarafından hasta olduğuna inandırılmış ne yapacağını bilemeyen biri okur. Tek bir kişiye bile ulaşmak için bunu sonuna kadar yazmakta bir sakınca görmüyorum. Bu bir cesaret değil, gereklilik.
İlk kitabınız “Yiğit Karaahmet’in Şahane Hayatı” oldukça ilgi görüyor. Nasıl bir motivasyonla kaleme aldınız bu kitabı?
Bir gün evde pilaki yapmak için barbunya ayıklarken böyle bir teklif geldi. O işsizlik dönemimde parasızlıktan ölürken… Çok uzun süredir de kitap yapmak istiyordum. Ama artık bununla ilgili konuşmama kararı almıştım. Akşam’da da yazmayı bırakmıştım o dönemde. Kitaptaki yazılara baktığınızda benim gibi taşradan gelmiş, Türk medyasında çalışan çizgi film karakteri gibi birinin üç yıllık periyodunu yansıtıyor. Tabii ki hiçbir işte şansım yaver gitmediği için bunda da durum değişmedi ve yayınevim nedense ikinci baskıyı yapmak istemiyor. Kitap şu anda hiçbir yerde yok. Kitap satılıyor, insanlar bana soruyor, tepkiler, talepler… Çıldırmak üzereyim. Şimdi başka kitaplar yazmak istiyorum. Bilgisayarımın yarısını kaplayacak bir proje dosyam var. Bunları da umarım ömrüm yettiği sürece hayata geçirebilirim.
Kitabınızda yaşadığınız narkotik skandaldan sonra medyadan aforoz edildiğinizi yazıyorsunuz. Sahiden var mı böyle bir aforoz durumu?
Tutuklanmadan önce Akşam gazetesinde yazıyordum ve yazılarım çok da iyi okunuyordu. O dönemde “Bir öğle yemeği yiyelim ve senin yazı günlerini artıralım, maaşına düzeltme yapalım, belki ana gazetede yazabilirsin” gibi bir konuşma olmuştu yönetimle aramızda. Ve üzerine ben tutuklandım. Daha sonra beraat ettim ve aklandım. Döndüğüm zaman yeniden onlarla konuşmak istedim. E-mail’lerime dahi geri dönmediler. Zaten insanların ekibinde çok isteyebileceği bir insan değilim. Evet aforoz edildim ama internette kendime yer buldum. Ama Vougle’la geri döndüm? Size şöyle söyleyeyim. Reklamın iyisi kötüsü olmaz. Bu olaylar sonrasında bütün gazetelerdeydim. İnsanlar benim 105 gram kokainle yılbaşı gecesi parti yaptığımı zannediyor. Bunu medyada yapan sadece ben mi vardım? Bunu görmeyi reddettiler. Kendileri bilirler. Tabii ki bu CV’ye yazacağım bir şey değil ama ben bir yayın yönetmeni olsaydım bu şekilde davranan bir insana başka türlü davranmayı tercih ederdim.
Özür dilemeyi reddediyorum!
“Türkiye’de başınıza narkotik bir olay geldiği zaman herkes sizden bir özür beklemeye başlıyor. Özür dilerim ben hata yaptım uyuşturucu kullandım, çok kötü bir şey siz sakın yapmayın demenizi bekliyorlar. Ben bu konuyla ilgili özür dilemek istiyorum. Ben kendimden mesulüm. Hiçbir şeyi saklamadığım ve hiçbir zaman başka birini oynamadığım için bununla ilgili özür dilemeyi reddediyorum.”