
Bir sorunumuz var, ancak ümidimiz daha çok var…
Marketing Türkiye’nin geçen sayısında yayınlanan makalemizin başlığı “İletişim nereye?..” idi. Üst başlığında ise “Ne PR kalacak, ne de PR’cı!” uyarısı bulunuyordu. Bazılarımız ya yazının tamamını okumamış, ya okuduklarını anlamamış ya da ben kendimi doğru ifade edememiş olmalıyım ki; halkla ilişkiler (PR) mesleğinin son bulacağını iddia ettiğimi düşünüp, bir hayli de hislenmişler. Oysa, anlatmaya çalıştığımız çok basit bir gerçekti…
İnternetin ortaya çıkmasıyla birlikte tetiklenen, üstüne bir de yapay zekanın aşırı hızlı gelişimi ve yaygınlaşması binen bilişim teknolojilerindeki değişim ve dönüşüm, “disruption” (yaratıcı yıkım) kavramını kaçınılmaz bir yön olarak ortaya koymuştu…
Düşünce ve davranış dünyasının her alanı “disruption” dan etkilenirken, PR ve PR’cıların bu dönüşümün (dikkat; yok oluşun değil, dönüşümün) dışında kalmaları mümkün değildi. Bizim yazının özü de buydu.
Tabii meslektaşlarımızın bazılarının değişime direnen, gelişime üşenen tavırlarını da eleştirmiştik ki; alınganlığın asıl kaynağının da bu olduğunu düşünmüyor değiliz. Allah’tan ne dediğimizi anlayanların ve bize katılanların sayısı -seslerini “alıngan ötekiler” kadar çıkarmasalar da- tahminimizden çok fazlaydı. Bu nedenle evet, bir sorunumuz var, ancak ümidimiz daha çok var. Yazıda “sınırsız sorumsuz” bir teknoloji hayranlığı da sergilememiş, “bilgelik”ten, “ortak ruhî şekillenme”den, “ruhun tekâmülü”nden söz etmiştik… Makaleden PR’ın yok olacağını iddia ettiğimizi anlayanlar; sosyal medya (en sevdiğim!) ve geleneksel medyadan veryansın edip durdular.
Takbih, talim ve tezkiye…
Bu tutum nereden kaynaklanıyor, diye düşünüp dururken kıymetli bir tevafuk sonucu, 1 Kasım günü Enstitü Sosyal’in “Eğitimde 1 Adım Ötesi” zirvesi çerçevesinde “Eğitimde Dekolonizasyon” temasıyla düzenlediği etkinlikte Prof. Dr. Recep Şentürk Hoca’nın muhteşem sunumuyla karşılaştım. Hoca, üç kavramın altını çiziyordu: Takbih (Hoca, “tahbib” de kullanıyor) – Tâlim – Tezkiye… Arapça kökenli bu üç kavramı Kubbealtı Lugatı yaklaşık şöyle açıklıyor: Takbih, “kubh” kökenindeki “çirkin olmak” kelimesinden türemiş, çirkin görme, beğenmeme, kınama, sorunları, zaafları tespit etme; Tâlim, “ilm”den geliyor. Öğretme, belletme, anlama, bilme, düzenli çalışma; tezkiye, “zeka” kökünden. Kusurlarından arıtıp temiz duruma getirme, aklama.
Bu üçlü yaklaşım, aslında pek çok temel çelişkiyi çözmeye yarayabilir… Türkiye’de siyasi ideolojiler, inanç sistemleri gibi düşünce, kültür, sanat ve hatta iş dünyası da ayrışmış, yaşam hiç olmadığı kadar kutuplaşmış durumda. Birbirimizi bir türlü anlamamamızın nedeni herhâlde bu aşırı ayrışma olsa gerek.
Durum, Batı dillerinde, birbirlerini yok etmeye varan uzlaşmaz çelişkiler için kullanılan diskrepans ve diametral gibi kavramları haklı çıkaracak boyutlara gelmiş bulunuyor. Şentürk Hoca bir de “Multiplex Eğitim” den söz ediyordu… Yani eğitimde “çok katmanlı” yaklaşımın gerekliliğinden söz ediyordu. Bu katmanlar üstten başlayarak Ruh – Zihin – Beden idi ve ancak bu üçünün “tekamülü” (olgunlaşması) sonunda “takbih – tâlim – tezkiye”nin devreye girebilmesi mümkün olabiliyordu…
“Öğrensin keratalar. Zenginliğimizdir!..”
Biz bu hususa günlük gazete yazılarımızda da değinmiştik…
“Ruh, zihin ve beden” konularında yeterince olgunlaşmış kişilerin “takbih – tâlim – tezkiye” kabiliyetlerine erişmesiyle kazanacakları yukarıdan bakış açısı, sorun ve gelişim alanlarını tespit etme becerisi ve elbette bunlarda ilerleme kaydetme vasfı, hayatın her alanındaki diametral çelişkilerin izalesini sağlamak için de mükemmel bir başlangıç noktası olabilir.
Yazımızda çokça eski kelime kullandığımızın farkındayız. Bazıları için yeni bir alınganlık konusu olmayacaksa; nedeni, ruh ve zihnin tekâmülü içinson derece faydalı olacağına inanmamızdır. Uzun yıllar birlikte çalışma fırsatı bulduğum rahmetli Attilâ İlhan’a, “Dersaadet’te Sabah Ezanları” adlı romanını okuduktan sonra sormuştum: “Üstad, çok fazla Osmanlıca kavram kullanmışsın. Gençler pek anlamayacak!” O da her zamanki sakinliğiyle yanıtlamıştı: “Öğrensin keratalar. Zenginliğimizdir!..”
Tabii direnç burada da devreye girecektir. Sözümüzün ne anlama geldiğini, durumun neye karşılık geldiğini, bundan sonra yapılması ya da yapılmaması gerekenleri “tartışabilmek” büyük zevk olsa da bazı “polemikçi” alınganların -ki onların varlığı da yol haritasına yeni duraklar ekliyor- bir yönüyle “narsist” kişilik özellikleri sergilediği de düşünülebilir…
Aslında şu sıra pek bir popüler olsa da kavramı öyle ağzımıza geldiği gibi kullanmayı kendimize yakıştırmadığımız için narsisti biraz araştırdık. Yeditepe Üniversitesi Hastaneleri şöyle tanımlamış: “Narsist kişilerde kendini beğenme, üstün görme ile hayranlık bekleme özelliği yan yanadır. Narsisist kişiliğin en temel, üzerinde durulması gereken özelliği, aslında içten kendilerini değersiz görmeleridir. Bütün o üstünlük görünüşü, kendi değersizliğine karşı oluşturduğu bir balondur. Bu yüzden de başkalarının en ufak eleştirisine bile tahammül edemez. Kendileriyle sahici bir ilişki kuramadıklarından, başkalarıyla da kuramaz, empati yapmakta zorlanır. Eğer narsist kişinin kurduğu duvar biri tarafından kırılırsa kendini zayıf ve kırılgan hisseder. Bu durumda desteğe ihtiyaç duyar.”
“Sana rağmen ille de ben”
Hay Allah!.. Durumları üzücü olsa da narsistlere kurban gitmemek için ne yapılması gerektiğine de baktık… Öyle ya gelişimin önüne dikilmeyi iş edindilerse bizim de hazırlıklı olmamız şart!..
Şöyleymiş: “Narsistik kişilik bozukluğu olan biriyle iletişim kurmak zorlayıcı olabilir, çünkü bu kişiler empati eksikliği, aşırı kendini beğenmişlik ve eleştiriye karşı hassasiyet gibi özellikler gösterebilirler. İşte narsist biriyle etkili iletişim için bazı öneriler: Sınırları belirleyin, kişisel almayın, beklentilerinizi düşük tutun, eleştiriden kaçının (bu onları savunmacı veya öfkeli hâle getirebilir), kendi duygusal ihtiyaçlarınıza öncelik verin, manipülasyonlara karşı dikkatli olun, destek arayın, çatışmadan kaçınmak için diplomasiyi kullanın…”
Bilim böyle diyor… Sektörün, PR’ın geleceğini tasarlarken, narsistlerin, hiç yoktan ortaya koyduğu “ölümcül zıtlıklara”, başka bir deyişle “sana rağmen ille de ‘ben’” tavrına karşı doğru hazırlıklı olmakta yarar var…
Ali Saydam yazdı: “Ne PR kalacak ne de PR’cı! İletişim nereye?..“

