
İletişimde anlam ekonomisi: Görünür olmak mı, görülmeye değer olmak mı?

Salt İletişim ve Yönetim Direktörü
Anlam ekonomisi, kurumların yalnızca görünürlük peşinde koşmak yerine, topluluklarla kurdukları ilişkide ortak değer ve anlam üretimini merkeze alan; iletişimi birlikte üretmeye ve çoğaltmaya odaklanan bir yaklaşım olarak konumlanır.
Bu noktada sorulması gereken yeni bir soru var: Görünür olmak yeterli mi, yoksa esas mesele görülmeye değer olmak mı? Geleneksel pazarlama yaklaşımı, çoğunlukla “kaç kişiye ulaştık?” sorusuna odaklanırken, anlam ekonomisi, ne kadar görünür olduğundan çok, toplulukla nasıl bir ilişki kurulduğu ve hangi değerlerin üretildiği üzerine odaklanıyor.
Kurumlar, topluluklarıyla kurdukları ilişkiyi artık yalnızca “mesaj iletmek” üzerinden değerlendiremez. Çünkü iletişim, tek yönlü bir aktarım olmaktan çıktı; kolektif düşünmeye, üretmeye ve çoğalmaya davet eden bir süreç hâline geldi. Bu nedenle kampanyalar ve projeler sadece görünürlük amacıyla tasarlanamaz. Kurumlar, sunduklarıyla, mümkün kıldıklarıyla ve topluluğa kattıkları değerle ölçülür.
Kültür ve sanat, markaların anlam üretme ve toplulukla birlikte çoğalma fırsatını bulduğu en güçlü alanlardan biri. Bir sergi, bir atölye veya bir performans, yalnızca bir etkinlik değil; topluluğun sürece katılımını ve deneyimiyle birlikte çoğalmasını sağlayan bir zemin sunuyor.
Katılımcı hikayeler, kalıcı etkiler
Kullanıcı Katkılı İçerik (User Generated Content – UGC), sadece bir “paylaşım biçimi” değil; aynı zamanda bir anlatım kültürü. Günümüzde insanlar artık yalnızca tüketici değil; topluluğun aktif bir parçası olmayı, kendi hikâyesini anlatmayı, katkıda bulunmayı ve aidiyet hissetmeyi talep ediyor.
İletişim profesyonelleri için mesele artık “Biz ne anlatıyoruz?” sorusunu aşarak, “Bu topluluk hangi hikâyeye ortak olmak istiyor?” sorusuyla şekilleniyor.
Kültür-sanat projelerinde artık sadece sessiz sponsor olmak yetmiyor; markalar, hikâyeye ortak olmalı, toplulukla birlikte üretmeli.
“Geleneksel pazarlama yaklaşımı, çoğunlukla ‘kaç kişiye ulaştık?’ sorusuna odaklanırken, anlam ekonomisi, ne kadar görünür olduğundan çok, toplulukla nasıl bir ilişki kurulduğu ve hangi değerlerin üretildiği üzerine odaklanıyor.”
Türkiye’den güçlü bir örnek: Salt
Salt, kültür-sanat deneyimini yalnızca “izlenip geçilen” bir etkinlik olarak değil; yaşamın parçası hâline gelen bir süreç olarak ele alıyor. Bu yaklaşımda “izleyici” yerine “kullanıcı” ve “bileşen” gibi kavramlar öne çıkıyor. İçerikle etkileşime giren, katkı sunan ve sürecin içinde yer alan katılımcıların deneyimi sayesinde bu yaklaşım daha da zenginleşiyor.
Kullanıcı, sergiye gelip görüp ayrılan değil; içerikle etkileşime giren, onu kendi yaşamına taşıyan, yararlanan, düşünsel ve duygusal düzeyde içselleştiren kişi anlamına geliyor. Bileşen ise, kurumla iş birliği içerisinde üreten ve sürecin bir parçası hâline gelen aktif figür…

Salt’ın araştırma çalışmaları ve programları, yalnızca sunulmak için değil, topluluğun üretim sürecine katkı sağlayacak şekilde tasarlanıyor. Örneğin:
- Bir araştırmacının Salt Araştırma’daki kaynaklardan yararlanarak kendi projesini geliştirmesi,
- Bir öğrencinin atölyeden çıkan çıktıyı kendi çalışmasına entegre etmesi,
- Bir Salt Araştırma kullanıcısının bir projenin paydaşı hâline gelmesi, Salt’ta yürütülen bir araştırma veya programın bir kullanıcının tezi için ilham olması…
Yukarıda belirttiğim ve genişletilebilecek tüm bu örnekler Salt’ın kamu yararı gözeten, üretim odaklı yaklaşımını somutlaştıran örnekler. Burada önemli olan, deneyimin tek seferlik tüketimle sınırlı kalmaması; kullanıcıların içselleştirdiği ve tekrar ürettiği bir öğrenme ve paylaşma pratiği yaratmasıdır. Salt, topluluğun kendi sesini duyurabildiği, deneyimi sahiplendiği bir alan oluşturuyor. Böylece kullanıcılar pasif izleyici olmaktan çıkıyor; anlam üretiminin aktif bir parçası haline geliyor.
- Benzer bir yaklaşım, Tate Modern tarafından da güncel projelerle uygulanıyor. Örneğin:
- Tech, Tea + Exchange programında, öğrenciler AI araçları kullanarak koleksiyonlardan ilham alan işler üretiyor ve bunları interaktif sergi formatlarında sunuyor.
Tate Collective Producers programı, genç yaratıcıları sadece galeriyi ziyaret eden değil; program üreten ve karar sürecine katılan bileşenler hâline getiriyor.
Bu örnekler, Salt ve Tate Modern’in kullanıcı/bileşen odaklı yaklaşımlarının evrensel bir eğilim olarak yükseldiğini gösteriyor: İzleyicinin pasif bir bileşen olmaktan çıkarak, sürecin bir parçası haline gelmesi ve deneyimi çoğaltma fikri, kültür-sanat alanında hem yerel hem global ölçekte değer yaratıyor.
Monologdan diyaloğa
Etkileşim anlık olabilir; ama değerli olan, kalıcı bir iz bırakabilmektir. Kurumlar yalnızca “anlık” etkileyici içerikler sunmakla kalmamalı; toplulukların düşünmesine, sorgulamasına ve duygusal bağ kurmasına alan açan deneyimler yaratmalıdır.
Çok katmanlı sergi anlatıları, tekrar ziyaret edilen programlar, uzun süreli projeler, yalnızca görünürlüğü değil; bağlılığı da güçlendiriyor. Kullanıcı bir defa değil, yeniden katılıyor; çünkü içerikte keşfedecek, dönüştürecek yeni katmanlar buluyor.
Artık önemli olan ne söylediğiniz değil, nasıl bir niyetle söylediğiniz. Kurumlar için görünürlük bir amaç değil; toplulukla birlikte üretmek, deneyimi çoğaltmak ve anlam yaratmak gerçek değer.
Bu yaklaşım, iletişimi bir monologdan çıkarıp, birlikte düşünmeye ve birlikte çoğalmaya davet eden bir diyaloga dönüştürüyor. Burada kurum, sadece “mesaj veren” değil; anlamı toplulukla birlikte üreten bir aktör.
Kültür ve sanat, topluluklarla anlam üretmenin en güçlü zeminlerinden biri. Ama bu yalnızca bir fırsat değil; kurumlar için aynı zamanda bir sorumluluk.
Görünür olmak kolay; ama görülmeye değer olmak, niyet ve ilişki kalitesiyle mümkün. Kurumlar toplulukla birlikte çoğalabilecek bir değer yaratmayı seçtiğinde, iletişim yalnızca bir mesaj iletmek değil; birlikte yürümek, dönüştürmek ve anlam üretmek hâline geliyor.
Salt ve Tate Modern örnekleri, iletişimde anlam ekonomisinin asıl ölçüsünün kaç kişiye ulaşıldığı değil; kaç kişiyle birlikte üretildiği ve deneyimin nasıl çoğaltıldığı olduğunu somut biçimde ortaya koyuyor.
Sonuç olarak, görünürlük artık bir amaç değil; toplulukla birlikte üretmek, deneyimi çoğaltmak ve anlam yaratmak gerçek değeri belirliyor. Kültür ve sanat perspektifiyle bu yaklaşım, kurumlara hem bugünü hem geleceği dönüştürme kapasitesi sunuyor.
Derya Açar Ergüç yazdı: İletişimde katılımcı kültür ve kültür-sanatın yeni rolü