Ortaokul yıllarında izlediği bir Hollywood filmindeki kadın gazeteci karakterinden etkilenerek gazeteci olmaya karar vermiş Milliyet Gazetesi Köşe Yazarı Aslı Aydıntaşbaş… “New York sokaklarında topuklu ayakkabılarla sert sert yürüyüşüne ve herkese kafa tutmasına hayran kaldığı” o gazeteci gibi Aydıntaşbaş da aykırı duruşu ve sivri yazılarıyla öne çıkıyor… “Alo Fatih” krizini “rezalet” olarak tanımlayan Aydıntaşbaş, medyadaki baskı düzeni için “Medya ya değişecek, ya değişecek! Bizler ya hükümetin istediği sistemi tarihin çöp sepetine yollamayı başaracağız ya da yeni oluşacak medya bizi tarihe gömecek” diyor…
Öncelikle sizin gazetecilik geçmişinizden başlayalım… Basın sektörüne nasıl adım attınız? Öncesinde “bir gün gazeteci olacağım” gibi bir düşünceniz var mıydı?
Gazetecilik hayallerim, şaka değil sahiden ortaokulda başladı. Tek sorumlusu, televizyonda seyrettiğim bir filmdeki gazeteci kadındır! New York sokaklarında topuklu ayakkabılarla sert sert yürüyüşüne ve herkese kafa tutmasına hayran kalmıştım. Ama onun dışında filmin ismini ya da konusunu sormayın! Tabii dayım Mehmet Demirel’in yıllarca Hürriyet grubunda gazeteci olması, Robert Kolej’de okurken okul gazetesinin editörlüğünü yapmam da bu mesleği seçmemde etkili oldu. Lisedeyken bir yaz Cumhuriyet’te staj yaptım ve müthişti. Üniversiteyi ABD’de okudum. Ama mezun olunca New York’ta iş bulamayıp gazeteciliğe “freelance” olarak Londra’da başladım. Zordu. Neyse ki yazın Türkiye’ye geldiğimde yeni kurulan Yeni Yüzyıl gazetesinden teklif geldi de, hem sürünmekten kurtuldum, hem de adam gibi muhabirliği öğrendim. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Yeni Yüzyıl’dan bir kaç yıl sonra ABD’de master ve yeniden gazetecilik, New York, Washington muhabirliği, ardından Ankara temsilciliği ve sonunda yeniden İstanbul…
Meslek hayatınızda karşınıza çıkan, size katkısı olan isimler ve mesleki anlamada sizin için dönüm noktası olan olaylar hangileriydi?
Sedat Ergin beni her gördüğünde “Muhakkak Ankara gazeteciliğini de tecrübe etmen lazım” derdi. Sonunda 2004’te Sabah’ın Ankara temsilcisi olarak atandığımda beni ilk yemeğe çıkaran meslektaşım oldu. Hep başım sıkıştığında gittiğim insanlardandır.
Robert Koleji’nde “Mr. Smith”, bize sahiden gerçeği sorgulamak için gerektiğinde otoriteyi sorgulamak gerektiğini öğretti. Gazetecilik muhabirliktir. Benim için onu yaşamamış, zorluk çekmemiş, haber peşinde koşmamış, bir giriş yapmamış, birinci sayfaya çıkmanın heyecanını yaşamamış birinin sahiden gazeteciyim demesi zor. Ama belki de geri kafalıyım. Sanırım şimdilerde standartlar değişiyor. Fakat mesleki olarak “dönüm noktası” nedir derseniz, ikinci kez muhabir olarak ABD’ye gittikten sonra 2004’te Türkiye’ye dönme kararıdır. Orada rahat rahat ABD muhabiri olarak kalabilirdim. Ama Türkiye’ye gelerek buralarda bir şeyler yapmayı seçtim.
Bir yazınızda “Altaylı’nın ‘Herkes baskı var, baskı var diyor. Eeee nasıl olduğunu sanıyordunuz medyaya baskının?’ ve ‘Bu telefonları almayan medya yöneticisi var mıdır şu anda?’ cümlelerini, tarihi bir ana tanıklık ettiğim bilinciyle dinledim” diyorsunuz. Konunun böyle net bir şekilde ortaya konmuş olması medyada bir şeyleri değiştirir mi?
Ben değiştireceğini düşünüyorum. Bu sürdürülemez bir düzen. 2014 yılında internete yasak getirmeye çalışmak gibi beyhude işler. Artık global trendler, otoriterleşmeyi bile eskisi kadar kolay olmaktan çıkardı. Türkiye, “herkes gider Mersin’e, ben giderim tersine” mantığıyla açık toplum yerine otoriter bir rejime geçemez. Deneyen olur, isteyen olur, ama başarı şansı yok. Ya medya? Ya değişecek, ya değişecek… Bizler ya hükümetin istediği sistemi tarihin çöp sepetine yollamayı başaracağız ya da yeni gazeteler, yeni internet siteleri, televizyonlar çıkacak ve bizi tarihe gömecek. Su yolunu bulur. Ya biz adapte olacağız ya da başkaları gelip bizi bu mahalleden kovacak. Ben uzun vadede Türkiye için ümitliyim. Gezi’de gördük; baskı bir yere kadar.
Başbakan Erdoğan “Alo Fatih” tapeleriyle ilgili yaptığı açıklamada ettiği telefonu haklı gördüğünü açıkça ifade etti. Bu sizce önümüzdeki süreçte Erdoğan-medya ilişkisinde nasıl bir tablonun göstergesi?
Ben olan biteni kötü bir komedi olarak okuyorum. Bence insanlar da öyle görüyor. “Alo Fatih” şimdiden bir mizah kahramanı. Biraz önce söylediğim gibi… Bu çağda bu tablo sürdürülebilir değil.
Sözcü gazetesinin pazar ekinde geçtiğimiz hafta bir yazısı yer alan Oray Eğin, sizi “yeni medyanın Nazlı Ilıcak’ı” ilan etti. Bu benzetmeyi/yakıştırmayı nasıl karşılıyorsunuz?
Gurur duydum. Nazlı Hanım her zaman cesur ve gündemde kalmayı başaran bir gazeteci. Görüşlerimiz her zaman örtüşmeyebilir ama kendisine sahiden saygı duyuyorum. İnandığı şeyleri sonuna kadar savunuyor. Bu zor ve herkesin cesaret edemeyeceği bir meziyet. Ayrıca Nazlı Hanım’la bazı gezilerde, sohbetlerde birlikte olmuşluğum var. Onda da tükenmemiş bir muhabir merakı var ve bu bana çok değerli geliyor.
En sıcak gündem maddelerinden biri de yeni internet yasası. Bir gazeteci ve vatandaş olarak yeni yasa sizi kaygılandırıyor mu?
Kaygılandırıyor. HSYK ve MİT yasaları da kaygılandırıyor. Hükümet bir zamanlar “reformist” diye adlandırıldığı için Batı ve Orta Doğu’da itibar gördüğünü unuttu. Hababam Türkiye’yi daha merkezi, daha otoriter, daha baskıcı kılmak için yasalar düşünüyor. Ama tutmaz. Tutmayacak. İçinde yaşadığımız dünyanın ve çağın koşullarına, düsturuna aykırı. Gezi bu yüzden oldu. Ukrayna’da da rejim bu yüzden devrildi. Türkiye’de de baskılar çok artarsa, yeni bir sosyal patlama olur. Ama iktidar partisinde her şeye rağmen bunu görenlerin olduğunu, şu an seslerini çok çıkarmasalar da gidişattan onların da kaygı duyduklarını düşünüyorum. Hatta düşünmüyorum, biliyorum. Hal böyleyken bir an önce 2014’in sona ermesi ve Türkiye’nin bir toparlanma sürecine girmesini umuyorum…
Hükümet-Cemaat geriliminde Erdoğan’ın sık sık Cemaate yakın medyaya yüklendiğini görüyoruz. Süreç sonunda sizce Cemaat medyasıyla da hesaplaşılacağı ve medyadaki dengelerin değişeceği bir dönem bizi bekliyor olabilir mi?
Hükümet şu ya da bu şekilde Cemaat ve Cemaat medyasının belini bükmek isteyecek. Ama yine yanlış yoldalar. Fikirlerden korkmamak lazım. Katı olan her şey buharlaşır. Baskı Cemaat medyasını yok etmez, Cemaati yer altına inmeye zorlar. Ben isterim ki, açık bir toplumda yaşayalım, insanlar kendi kimliklerini gizlemesin. Cemaat de şeffaflaşsın. Ancak o zaman bürokrasi daha sağlıklı bir yapıya oturacak. Türkiye’nin mevcut sıkıntılarının tek çıkış yolu var. O da daha çok demokrasi. Yoksa birbirimizi yemeye devam edeceğiz. Ankara’da yaşayan insanlar bunu bir an önce görseler iyi ederler.