Bazı insanların dünyaya bazı meslekleri yapmak için geldiğine inananlardansanız Joe Tripodi’yi gördüğünüzde de pazarlama için yaratıldığını düşüneceksiniz. Tripodi, son 10 yılda Coca-Cola’da CMO olarak görev alan yedinci yönetici. Anlaşılan o ki Coca-Cola, doğasına uygun bir pazarlama yöneticisini biraz geç bulmuş ama beklediğine de değmiş. Çünkü Tripodi markadan bahsederken sanki 125 yıldır Coca-Cola’da çalışmış gibi anlatıyor. Cannes Lions’da festivalin en beğenilen aynı zamanda en çok alkışlanan sunumlarından birini gerçekleştiren Tripodi, sunumunun hemen ertesinde sorularımızı yanıtladı. Hem Coca-Cola’nın değişen pazarlama yaklaşımını anlattı bize hem de Coca-Cola’daki göreviyle ilgili samimi itiraflarda bulundu.
Coca-Cola’nın değer paylaşımı yaklaşımından söz ettiniz. Bu yolculuğa nasıl çıktınız?
Muhtar Kent şirketin yönetim kurulu başkanı ve CEO’su olduğunda başladı her şey aslında. Yani bundan tam dört yıl önce. Kent, işe başladığında şirketi olduğu yerden çok daha ilerilere taşımak adına güçlü bir inanç ve motivasyona sahipti. Şirketin hacmini 10 yıl gibi bir sürede iki katına çıkarmak istiyordu. Düşünsenize 125 yılda gelinen yeri 10 yılda ikiye katlamak bizler için başta ulaşılması oldukça zor ve korkutucu bir hedef gibi görünüyordu. Bu yüzden ilk olarak geçen 125 yılda bizi başarılı yapan şeylerin neler olduğuna bakarak çıktık yola. Yaptığımız her şeye yeniden baktık. Paramızı nasıl harcamışız, tüketicilerimizle nasıl iletişim kurmuşuz, şişeleme sistemimizle ilişkilerimiz nasıl, medya şirketleriyle neler yapmışız, ajanslarımızla olan ilişkilerimizi nasıl yönetmişiz… Hayata geçireceklerimiz bizim için bir devrim değildi belki ama çok ciddi bir evrimden söz etmek mümkündü. Amacımız çok daha sosyal, tüketicilerin beklentilerine, ilişkilere odaklanmış bir şirkete dönüşmekti. Bunun yanı sıra müşterilerimizle olan ilişkilerimizi de yeniden gözden geçirmemiz gerekti. Müşteri derken dünya çapında çalıştığımız 20 milyondan fazla perakendeciyi kastediyorum. Bu da oldukça önemli bir süreçti çünkü son birkaç yılda müşteri odaklı bir şirket olma özelliğimizi kaybetmeye başlamıştık. Tüm bu saydıklarımızı masanın üzerine koyduk ve dedik ki “Eğer başarılı olacaksak bunu sürdürülebilir bir şekilde yapmamız gerek”. Bu yüzden kendimize oldukça agresif hedefler belirledik. Özellikle sürdürülebilirlik konusunda. Enerji kullanımı, su tüketimi, karbon ayak izi, toplum sağlığı gibi konular öncelikli başlıklarımız olacaktı. Fakat bunu yaparken şunu da kabullendik, bu hedeflere ulaşmak için farklı işbirlikleri yapmamız gerekiyordu. “Greenpeace’le ne işim olur? WWF ne nesi?” mantığını bir yana bıraktık. Bugüne kadar sekiz farklı şirkette, sekiz farklı CEO ile çalıştım. Ama şunu büyük bir içtenlikle söylüyorum ki Muhtar Kent kadar harika bir yöneticim hiç olmadı. O tam anlamıyla bir “ilişki” insanı. Dünya çapındaki tüm organizasyonlarla ve bireylerle ilişki kurma anlamında inanılmaz bir yeteneğe sahip. Ve bu ruhu zaman içinde hepimize geçirmeyi başardı. Bu noktadan sonra sadece Coca-Cola için fayda yaratmanın çok ötesinde içinde yer aldığımız ekosisteme nasıl fayda sağlayacağımızı düşünmeye başladık. Bu ekosistemin içinde tüketicilerimiz de var, perakendecilerimiz de, sivil toplum kuruluşları da… Sivil toplum kuruluşları ile çalışmak Coca-Cola’nın gündeminde bugüne kadar hiç yer almamış bir konuydu. Dolayısıyla STK’larla ortaklaşa projeler geliştirmek konusunda hiçbir deneyimimiz yoktu. Ama Muhtar Kent bu konuda bize inanılmaz bir motivasyon sağladı. Öğrenme sürecini hızla tamamladık. Dünyada değer yaratıcıları ve değer taşıyıcıları olarak tanımlayabileceğimiz bazı gruplar var. Biz de markamızı bu gruplarla proaktif bir şekilde bir araya getirmek zorunda olduğumuzu fark ettik. İşte bizi “değerlerimiz” noktasından “paylaşılan değerler” noktasına getiren temel etkenlerin kökeninde böylesine derin bir zihinsel dönüşüm yatıyor.
Coca-Cola bir yandan değişirken tüketicilerin beklentileri de oldukça hızlı bir şekilde değişiyor. Bugünün tüketicilerini markalarla duygusal bağ kurma anlamında değerlendirdiğinizde neler söyleyebilirsiniz? Temel beklentileri neler? Ürün ve hizmet kalitesi mi daha önemli yoksa markanın ürettiği içerikler mi?
Elbette fiyat ve kalite satın alma kararının verilmesinde çok önemli iki etken. Ancak bunun yanı sıra tüketiciler satın aldıkları markalardan çok daha şeffaf olmalarını bekliyor artık. Tükettikleri ürüne dair kaynakları bilmek istiyorlar. Ürünün içeriğindeki maddelerin nereden geldiğini, nasıl kimyasalların kullanıldığını, ambalajların nereden satın alındığını bilmek istiyorlar. Dolayısıyla özellikle şeffaflık anlamında tüketici beklentilerinin son birkaç yılda inanılmaz bir şekilde değiştiğini söylemek mümkün. Bunun yanı sıra bir diğer önemli beklenti de müşteri hizmetleri konusunda. Bugüne kadar süreç şöyle olurdu, tüketici Cuma akşamı saat 17.05’te müşteri hizmetlerini arar, satın aldığı ürünle ilgili şikayetini bildirir, ama Pazartesi sabahı saat 9.00 olana kadar kimseden bir yanıt alamazdı. Şimdi o günler çok ama çok gerilerde kaldı. Eğer tüketicinin ürün ya da hizmetinizle ilgili bir şikayeti varsa onun yanıtını hemen almak istiyor. Bir marka olarak bu taleplere anında yanıt vermek, reaksiyon göstermek için tüm iş modelinizi değiştirmeniz gerekiyor. 7/24 online ve gerçek zamanlı yanıt vermeniz gerekiyor. Çünkü tüketiciler artık markalarla daha fazla bağ kurmak istiyor. Co-creation (birlikte yaratım) kavramını hiç olmadığı kadar fazla konuşuyoruz şimdilerde. Mesela bir keresinde “lezzet yaratıcısı” adında bir kampanya yaptık ve tüketicilerimizden kendi Coca-Cola lezzetlerini oluşturmasını istedik. Beklediğimizin çok ama çok üzerinde bir katılımla
karşılaştık. Tüketiciler güvenebilecekleri markalar arıyor. Ancak günümüzde “güven” her geçen gün daha da kırılganlaşan bir kavram haline gelmeye başladı. Bu yüzden tüketicilere yaptığınız iyi şeyleri anlatırken onu kesinlikle abartmamak gerekiyor. Aksine olabildiğince dinamik ve organik olmalı. Çünkü tüketiciler artık o hikayelerin parçası olmak, onu şekillendirmek istiyor. Onlara izin vermelisiniz.
Pazarlama profesyonellerinin işi her geçen gün biraz daha zorlaşıyor o halde?
Evet kesinlikle. Dışarıda o kadar çok içerik var ki… Birçoğu da oldukça kötü üstelik! Markanın tüketicinin ilgisini çekecek bir içeriği bulması ve onu yönetmesi şu anda pazarlamacılar için en zorlu konulardan biri. Ajansla bir araya gelip gelecek altı ayın pazarlama planını oluşturmak bugünün marka yöneticilerinin görev tanımının çok küçük bir kısmını oluşturuyor. Artık fikrin nereden geldiğinin çok da önemi yok. Önemli olan size yaratıcı fikirler sağlayacak bir network oluşturmanız. “Büyük fikir” dediğiniz şey Mumbai’den de gelebilir, İstanbul’dan da, Şangay’dan da Hollywood’dan da… Önemli olan bu fikirlerin size ulaşmasını sağlayacak bir ekosistem oluşturmak. Tüm bunlar tüketici beklentilerini değiştiriyor. Biz de tüm bu gerçeklerin farkında olan bir şirket olarak çok daha hızlı hareket etmek, daha fazla risk almak, gerekirse hata yapmak konusunda yola çıktık.
Hata yapmaktan korkmuyorsunuz yani…
Hayır bizim için bir sakıncası yok. Öğrenen bir organizasyon olmanın yolu hata yapmaktan, ama daha önemlisi bu hatalardan ders çıkarmaktan geçiyor. Benim işimin en önemli parçası öğrenme sürecini mümkün olduğu kadar geniş bir çevreye yaymak. Tüketicilerin markayla kurduğu bağ ülkeden ülkeye ya da bölgeden bölgeye fark ediyor mu? Yoksa duygusal bağ
dediğimiz şey “küresel” bir konu mudur? Kesinlikle hayır. Bazı pazarların “engagement” oranının diğerlerinin çok üzerinde olduğunu görüyoruz. Enteresandır, Endonezya bu ülkelerin başında geliyor mesela. Türkiye de bu seviyenin oldukça yüksek olduğu ülkelerden biri. Elbette ülkeden ülkeye değişiyor ama dünyanın her yerinde yükselen bir “engagement” trendinden bahsetmek mümkün.
Sunumunuzda “yeni pazarlama çağı” diye bir kavramdan söz ettiniz. Tüketicinin çok daha güçlü olduğu bir dönemden bahsediyoruz artık. Böyle bir ortamda pazarlama profesyonellerinin ve reklam dünyasının temel rolü ne olmalı sizce?
Tüketicilerin güçlenmesi daha önce hiç karşılaşmadığımız bir durum. Arap Baharı ve Wall Street’te yaşanan olaylar yakın gelecekte tüketicinin sahip olacağı gücün çok önemli göstergeleri. Bunun yanı sıra insanlar sahip olduğu gücün henüz tam olarak farkında değil. Sadece birkaç insan gerçekten bu sosyal gücü toplumsal bir konuda kullanma konusunda başarılı. Şimdilerde yolun çok başındayız. Yakın zamanda çok daha güçlü bir konuma gelecek tüketiciler. Markalar da bir an önce bu gerçeği kabullense iyi olur. Çünkü eğer “kalabalığın ruhunu” anlamazsanız, ondan korkarsanız ya da görmezden gelirseniz, başınızı kuma gömerseniz yandınız demektir. Çünkü burada kaçmanızın mümkün olmadığı bir güçten bahsediyoruz. Sokakta neler konuşulduğunu sürekli takip etmeli, dinlemeli ve onun bir parçası olmalısınız. Birileri Twitter ya da Facebook’ta hakkımızda iyi ya da kötü şeyler söyleyebilirler. Hepsine mümkün olduğu kadar kısa sürede yanıt vermek istiyoruz. Bunun yanı sıra tüketicinin satın alma alışkanlıkları da hızla değişiyor. Bir ürünü önce internette beğeniyor, sonra mağazaya gidip bakıyor, sonra dönüp tekrar internetten satın alıyorlar. Bu psikolojiyi anlamak biraz zaman alacak gibi görünüyor. Angry Birds’ü düşünün! Sadece 25 kişi tarafından yaratılan bir oyun, dünyanın 200 ülkesinde 100 milyonlarca kişi tarafından satın alındı. Sizce Angry Birds nasıl bir fenomen haline geldi? Satış gücü sayesinde mi? Hayır, kullanıcıları sayesinde! Oyunu oynayıp birbirine tavsiye eden kullanıcılar, inanılmaz bir çarpan etkisi oluşturdu. Şimdi bir pazarlama uzmanı tüm bunları görüp olduğu ne yapacağını bilmez halde olduğu yerde kalmayı da tercih edebilir, cesaretini toplayıp, hata yapmayı göze alıp daha proaktif olmayı da… Karşınıza çıkan yenilikleri bir tehdit değil fırsat olarak algıladıktan sonra yol almanız çok daha kolay oluyor.
Hata yapmaktan ve onları kabullenmekten korkmadığınızı söylüyorsunuz. Peki, sizin Coca-Cola’daki en büyük hatanız ne oldu?
Güzel soru! (Gülüyor) İlk aklıma gelen 2010 Dünya Kupası kampanyamız oldu. Şimdi dönüp baktığımda oradaki kreatif işimizin daha güçlü olması gerektiğini görüyorum. Bunun yanı sıra değişim konusunda daha “direktif” veren bir yönetici olabilirdim. Ben her zaman işbirliğine ve ekibin gücüne inandım. Coca- Cola’ya geldiğimde son 10 yıldır bu pozisyona gelen yedinci yöneticiydim. Elbette bir diktatör gibi davranmaktan bahsetmiyorum ama yola hızlıca devam edebilmek için ekip üyelerinize bazen “Git ve şu işi yap” demeniz gerekiyor. O zaman biraz daha direktif veren bir yönetici olmam gerekiyormuş. Tıpkı şimdi olduğum gibi.
Optimizm ve “mutluluk” Coca-Cola için neden bu kadar önemli? Pazarlama stratejinizin merkezinde daha ne kadar kalacak?
Bu sonradan olan bir şey değil. Markanın kuruluşundan bu yana mutluluk her zaman çok önemli bir kavram olmuş. Dolayısıyla bu markanın ruhu ve bir markanın ruhu asla değişmez. İletişim dilimiz zaman içinde değişse de Coca-Cola’nın özünde yer alan optimizm ve pozitiflik hep aynı kalacak. Değişecek olan şey bunu nasıl iletişime açtığımız. Örneğin son dönemde dünyanın dört bir yanında Mutluluk Kamyonlarımız dolaştı. Tüm bu örneklerin tek bir amacı var markamızın özündeki mutluluğu tüketicilerimize yansıtabilmek, onları da bu mutluluğun bir parçası haline getirmek. Deneyimsel pazarlama her geçen gün biraz daha önem kazanıyor. Elbette televizyon ya da basın gibi geleneksel mecralar hayatımızda olmaya devam edecek ama mutluluk kavramını tüketicilerimize yansıtabilmek için onlara daha fazla deneyim yaşatmayı hedefliyoruz.