Radikal.com.tr’nin Web Koordinatörü Ezgi Başaran, her gün birilerine yaranmak yerine iyi gazetecilik yapmaya çalıştıklarını ancak gün içinde “darbe üstüne darbe” yediklerini söylüyor. Gazeteleri Başbakan’ın okumayı sevdiği ve sevmediği gazeteler olarak ayıran Başaran’a göre; Başbakan’ın sevmediği gazeteler arasında yalnızca Hürriyet, Radikal ve Cumhuriyet’te gerçek anlamda gazetecilik yapılıyor. “Yeni Türkiye” söylemine de karşı çıkan Başaran: “Bu Türkiye’nin nesi yeni?” diye soruyor.
Söyleşi: Ferruh Altun
Öncelikle sizden başlayalım… Medya sektörüne nasıl adım attınız?
Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunuyum ve öğrenciliğimin ilk yılında medyada çalışmaya başladım. Daha 19 yaşındaydım. Şimdi 33 yaşındayım. İlk olarak NTV’de staj yaparak mesleğe adım attım. Ardından tezimi yazdım ve Hürriyet gazetesinde staj yaptım. Stajyer olarak çalışmaya başladığım Hürriyet’te bugün yönetici ve köşe yazarı olarak göreve devam ediyorum.
Bu süreçte gazetecilik anlayışınızı şekillendiren isimler kimler oldu?
Ben gazeteciliği harika bir kadından, Neyyire Özkan’dan öğrendim. Gazeteciliği, habere bakışı, o tansiyonu bana o öğretti. Aslında Neyyire Özkan sadece gazeteciliğimi değil karakterimi de etkilemiş bir isim. Beni ben yapan iki kadın varsa hayatımda bunlardan biri annem diğeri de Neyyire Özkan diyebilirim. Hakkını yememek lazım Ertuğrul Özkök de önümü açan önemli isimlerden biridir. Çünkü ben stajyer olarak Hürriyet’te çalışırken Keyif ilavesinde yazdığım minnacık bir sergi haberinde beğendiği bir cümleyle ilgili olarak beni telefonla aradığını hatırlıyorum. Sonrasında da Neyyire Özkan’la birlikte, daha yüzme bilmeden beni okyanusa attı. Pakistan, İran ve Osetya gibi o dönem akla gelebilecek bütün kriz noktalarına beni gönderiler. Kriz muhabirliği yapmak benim hayatımın dönüm noktalarından biridir. Gazetecilikte mentorluk çok önemli. Ancak ne yazık ki bugünlerde iyi bir mentorla çalışmak çok az genç gazeteciye nasip oluyor. Bana ise fazlasıyla nasip oldu. Çünkü Hürriyet Pazar’da Tolga Tanış, Ersin Kalkan, Şermin Terzi, Ayşen Gür, Alp Ulagay gibi hepsinden çok şey öğrendiğim renkli bir ekiple çalıştım. Neşeyle çalışmak, ekip olmak bu meslek için çok önemli. Ama tabi böyle bir ortamda çalışma fırsatı bulan son şanslı isimlerden biriyim sanırım. Çünkü bu tür çalışma ortamları kalmadı medyada.
“13 yıldır Hürriyet’teyim” dediniz biraz önce. Ancak aslında Radikal.com.tr’nin başındasınız ve Radikal’de köşe yazıyorsunuz. Hâlâ Hürriyet aidiyetiyle mi hareket ediyorsunuz?
Hürriyet benim okulum. Radikal de nihayetinde Hürriyet Gazetecilik A.Ş şemsiyesi altında bir yayın. Hürriyet’in bir parçası olmaktan her zaman gurur duydum duymaya da devam ediyorum. Ama Radikal’in bendeki yeri de çok özel. Bence Türkiye’nin gelmiş geçmiş en temiz ve “cool” gazetesidir. Sadece dijital yayın yapmaya başlaması da tam Radikal’lik heyecanlı bir adım.
Okurlar sizi sanırım daha çok Radikal gazetesiyle tanımaya başladı. Ve uzun bir süredir de “Radikal’in yükselen değeri” olarak adlandırılıyorsunuz. Nasıl gelişti bu süreç?
O noktada Radikal’in Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can’ın çok katkısı oldu. Benim için çok iyi bir iklim yarattı ki zaten iyi yönetici o iklimi yaratan kişidir. Benim kendimi ifade edebileceğim ve istediğim haberleri yapabileceğim bir alan oluşturdu. Hem Eyüp’ün hem de benim gazetecilik anlamında iyi bir burnumuz vardır. Biraz da risk almayı seviyorum. Bu da iyi haberleri beraberinde getirdi. Eyüp Can’ın köşe yazmamı sağlaması da beni başka bir yöne çekti. Tabi Radikal ekibinin de bunda katkısı büyük. Biz hâlâ sabahları Radikal’de “çok iyi bir dijital gazete” yapmak için çalışıyoruz. “Birilerini kızdırmayalım, ya da birilerine yaranalım” demiyoruz. “Nasıl iyi gazetecilik yaparız?” diye soruyoruz. Bunu yaparken gün içinde darbe üstüne darbe yiyoruz ama sonunda günü gazetecilik onurumuzla bitiyoruz.
Gün içinde yediğiniz “darbelerden” kastınız nedir?
Bu gizli saklı bir şey değil. Türkiye’nin en güçlü insanı bir grup toplantısında, bir mitingde gazetecileri birebir hedef alıyor. Gazetemizi, bir yazarımızı ya da tüm Doğan Grubu’nu diline dolayabiliyor. Bu Demokles’in kılıcıdır! Kimse beni arayıp Radikal.com.tr’den bunu çıkar, bunu sok ya da bunu yazma demedi ama zaten neyi yazıp neyi yazamayacağınızı hayat acıklı bir şekilde öğretiyor size. Ama gazetecilik namına ben şimdiye kadar ödün vermediğimi düşünüyorum. Uluslararası gazetecilik ilkelerinden oluşan Doğan Yayın İlkeleri’nin dışına çıkmıyoruz zaten. Bu ilkelerin dışına çıkmadan da birilerini rahatsız edebiliyorsak demek ki işimizi yapıyoruz. Ama dışarıdan gelen darbeler insanın ruhunu ve sinirlerini yıpratıyor.
İnsani olarak bu baskılar sizi korkutuyor mu? Üstelik yeni anne oldunuz…
Tabii ki bir korku yaratıyor. Ben çatışmadan kaçan biri olmadım hiç. Gazeteciliğin ruhu aynı zamanda benim de ruhumu temsil ediyor. Bana “Kendini üç kelimeyle tanımla” dediğinizde önce kadınım derim. İkincisi gazeteci olmam, üçüncüsü ise artık anne olmamdır. Gazetecilik benim en büyük kutsallarımdan biri ve bu mesleğin değiştirme gücüne hayranım. İşsiz kalmaktan da hapse girmekten de korkarım ama zaten korkularım olmasa iyi gazeteci olamam. Fakat anne olduktan sonra daha cesaretle yapıyorum işimi. Çünkü benim ben olmamı etkileyecek bir taviz verirsem çocuğum yüzüne hiç bakamam. Korkuyorum ama korktuğum için daha az gazetecilik yapamam.
Bir yazınızda “Bir ülkenin hali pür melalini kısa yoldan çözmek için medyasının nefesini dinleyin yeter… Medyamızın okuyucusuyla kurduğu ilişki Şamil Tayyar ile Emin Çölaşan arasında sıkışmış bir dil ve metotla ilerlemektedir” diyorsunuz. Ne demek bu?
Benim asla tasvip etmediğim bir gazetecilik tarzı var. Bu gazetecilik tarzını hem Başbakan’ın okumayı sevdiği gazeteler hem de okumayı sevmediği gazeteler yapıyor. Bence Başbakan’ın okumayı sevmediği gazeteler içinde sadece Cumhuriyet, Hürriyet ve Radikal gerçekten gazetecilik yapıyor. Emin Çölaşan dilinden kastım Sözcü gibi gazeteler. Elbette Emin Çölaşan Hürriyet’te yazarken de çok kötü bir dile sahipti. Hatta bence gereğinden fazla bile kaldı Hürriyet’te. Ama bu tabii patronun bileceği bir şey. Onun temsil ettiği, gazeteciliğe yakışmayan, hoyrat, doğru verilere dayanmayan, teyit edilmeyen bilgilerle haber yapma anlayışı hem Sözcü’de hem Star’da hem Takvim’de hem Yeni Şafak’ta hem de Türkiye gazetesinde var… Ben hiçbirinin kullandığı dili, attıkları başlıkları kendi gazeteme yakıştırmam. Bu gazetelerin okurları farklı düşünüyor olabilir. Hatta birbirilerinin gırtlağını da sıkmak istiyor olabilirler. Ancak medyalarının yaptığı bu uygunsuz yancılık Türk medyasının da yörüngesini belirliyor. Hiç mütevazı olmayacağım, bu binada Hürriyet ve Radikal’de çalışan gazeteciler azınlıktayız. Son derece pespaye ve bizim uygulamayacağımız bir yöntemle günü kurtarıyor diğer gazeteler. Ama bu sürdürülebilir bir şey değil çünkü meslek bu değil. Bu yayınlar dünyanın hiçbir yerinde gazete olarak kabul edilmez.
Böyle konuştuğunuzda Hürriyet ve Radikal’in pür-i pak yayınlar olduğu izlenimini veriyorsunuz ancak özellikle Hürriyet yayıncılık anlayışıyla çok eleştirilen bir gazete….
Ben Hürriyeti de çok eleştiririm. Her gün sıfırdan gazete çıkarıyorsanız elbette yıllar içinde eleştirilecek manşetleriniz olacaktır. Hürriyet’in de Radikal’in de tasvip etmediğim manşetlerini sayabilirim size. Ancak bugün için iki gazete de yayıncılık anlamında iyi performanslar sergiliyor.
Gezi’nin birinci yıl döneminde CNN Muhabiri Ivan Watson’un canlı yayında gözaltına alınmasına şahit olduk. Bu olay sizce Türk basının geldiği nokta açısından ne ifade ediyor?
Bu bana üç aşamalı bir utanç yaşattı. Öncelikle TV’de olayı gördüğümde ne diyeceğimi bilemedim. “Hoyratlık bu raddeye mi geldi?” dedim. Ama polisin hoyratlığı zaten gencecik çocukların hayatını kaybetmesiyle gözler önüne de serilmişti. Bu artık varılan noktanın tüm dünyaya gösterilmesi anlamına geliyordu. Fakat polisin hoyratlığından daha korkutucu olan Başbakan’ın iç siyasetteki sorunları bir gazeteciye yöneltmesiydi. Başbakan yerli ya da yabancı gazetecileri suçlayarak bazı çukurların üstünden atlayabildiğini gördü. Gazetecilere vatan haini diyerek sadece konuyu değiştirmekle kalmıyor insanları suçlunun o gazeteci olduğuna da inandırıyor. Bu çok tedirgin edici.
Baskıların çok arttığını söylüyorsunuz ancak sanki “Medya özgürlüğü” tartışmaları eskisi kadar yapılmıyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Katılıyorum, çünkü bir taraf zaten kendini çok özgür varsayıyor. Onların gazetecilik anlayışı Başbakan’ın izin verdiği kadar olduğu için onlara hayat rahat ve özgür. Başka talepleri yok. Hapisteki gazeteciler sayılarının bile manipüle edildiği bir medyadan söz ediyoruz, ötesi yok.
Çok karamsar bir tablo çiziyorsunuz…
Evet çünkü Türk medyası için tablo çok karamsar. Hasan Cemal, darbe dönemlerinde dahi gazetecilik yapmış çok önemli bir isimdir. Onun deyimiyle “Türk basının bu kadar kötü olduğu bir dönem daha olmadı.” Bu dönem de bana denk geldi herhalde. Hasan Cemal kuşağı birbirine haber atlatmaya çalışan gazetecilerle doluydu. Ama şimdi “Hangimiz daha az azar işiteceğiz” yarışı yapılıyor. Zaten habere giden gazeteci de yok.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşıyor… Yerel seçimdeki gibi tansiyonu yüksek bir seçim olacağını düşünüyor musunuz?
Tansiyon yükselmiyor, yükseltiliyor! Ben bu seçimlerde de Başbakan’ın gerginliği artırma stratejisini sürdüreceğini düşünüyorum. Çünkü yüksek tansiyon ve düşman yaratmak tabanıyla olan bağını güçlendiriyor. Şimdiye kadar hep işledi bu strateji. Evet, gergin bir ortamda seçime gideceğiz ve AKP oylarını yine yükseltecek. O sebeple de “Yeni Türkiye ve yeni Türkiye’nin liderini seçeceğiz” gibi bir ruh halinde değilim ne yazık ki.
Bu “Yeni Türkiye” söylemi daha çok iktidar partisinin kullandığı bir söylem. Siz bu söyleme itibar ediyor musunuz?
Karşıma geçip sabaha kadar anlatsalar beni yeni bir Türkiye olduğuna ikna edemezler. Çünkü ne 12 Eylül ne de 28 Şubat döneminde baskılar, aydınların hapse atılması, medyaya getirilen yasaklar değişmedi. Bu Türkiye’nin nesi yeni?