İş Bankası ile müthiş bir yolculuk
Müsaadenizle, biraz abarttığım izlenimi yaratacak olabilse de düşüncemden çok duygularıma dayanarak ifade etmek istiyorum: Türkiye iletişim tarihinin en ilginç, en etkileyici olaylarından birine tanıklık ediyoruz… “Reklamlarla İş Bankası’nın İletişim Yolculuğu”… İş Bankası’nın Bahçekapı, Eminönü’ndeki müzesinde açtığı sergi bu.
“İş Bankası İftiharla Sunar” sadece İş Bankası’nın değil Türkiye’de yaşayan insanların ortak ruhi şekillenmelerinin, algılarının, duyarlılıklarının, starlarının, Türkçenin, estetik anlayışının yolcuğu… Nereden nereye geldiklerinin somut kanıtı.
Serginin yapımını Medine Turgul DDB üstlenmiş; küratörü İzzeddin Çalışlar. Sergi alanını Kurumsal İletişim Bölüm Müdürü Suat Sözen, İzzeddin Bey ve reklam ajansından Kurtcebe Turgul ile birlikte gezdik. İletişime herhangi bir şekilde ilgi duyan herkesin mutlaka en az birkaç saatini ayırmasını gerektiren bir şölen yaşadım.
Sizi 1. salonda bir pano karşılıyor. “1920’lerden 1950’lere, Duyurudan Reklama” yazıyor üzerinde. Sonra 1924-1928 arasındaki ilk ilanlar, ilk mecralar geliyor…
Milli Mücadele’nin merkezi, yeni Başkent Ankara’da faaliyete başlayan İş Bankası… Kuruluşundan itibaren reklama verilen önem. İlk yıllarda genel giderlerin yüzde 1,3’ünün, kısa zaman sonra da yüzde üç kadarının tanıtıma ayrılması.
1929-1937 ise yurt çapında markalaşma ve alabildiğine tasarrufun teşviki…
İş Bankası kumbarasının her yaş grubunca tasarrufun simgesi olarak benimsenmesi… Benim de vardı bir adet. Ne oyunlar oynardım onunla.
Bu arada tanıtıma tasarımcı katkısını sunan ustalar: Selahattin Refik Sırmalı, Mazhar Nazım Resmor ve İhap Hulusi Görey…
1938-1951: İktisadi zorluklara karşı milli direnç… 30’lu yılların sonunda sinema salonlarında görünmeye başlayan tanıtım filmleri. Gazetelerin toplam tirajının 150 bini aşmaması karşısında mecra arayışları…
1952-1969: Pazar rekabeti ve liderlik
Reklamcılık sektörünün duayeni Eli Acıman’ın devreye girmesi…
1960’lardan 1990’lara, radyodan televizyona geçiş…
1970-1989 TV’de yaşanan gelişim. Temel konumlandırma: Güçlü dost, eski dost…
1990-1998: Kapsayıcı reklam, yükselen etki. Konumlanma: Paranızın, istikbalinizin emniyeti…
“Başarılarıyla Ünlü Kişiler ve Türkiye İş Bankası” başlıklı kampanya: Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı başta olmak üzere iş dünyasının önemli isimlerinin reklamlara taşınmasıyla yaratılan büyük etki.
Üçüncü salon “Milenyumla gelen küresel yörünge” başlığı altında düzenlenmiş.
1999-2017: “Reklam, medya ve piksellenen hayat”, denmiş. Konumlanma: Lider, öncü, güvenilir banka…
Başından bu yana filmlerden küçük karelere kadar müthiş bir koleksiyon masası var burada. 450 reklam filmi. Üstüne dokunduğunuzda resim büyüyor ve reklam filmi başlıyor.
Dördüncü salondaysa bir reklam kampanyasının oluşma süreci anlatılmış. Cem Yılmaz’ın, film çekimi yapan Servet Bey’i canlandırdığı o reklam filminin ilk toplantısından son anına kadar anı objeleri ve kamera arkası görüntülerle muhteşem bir deneyim yaşatılıyor. Son duvardaysa silme bir reklam filminin hazırlanış süreci 3D canlandırmayla anlatılıyor…
İş Bankası sadece kendini anlatmamış. Türkiye’nin Cumhuriyet Dönemi bankacılık vizyonuna, pazarlama yaklaşımındaki gelişmelere ve en önemlisi hepsi birbirinden başarılı kampanyaların halktaki hangi anlayışa dayanılarak hazırlandığına dair sıcak, içtenlikli bir ışık tutmuş… Buram buram vefa duygusu, köklülük, birikim kokan bu muhteşem sergi için İş Bankası’nı kutluyorum.
McCann’in “Gerçek Avı”
Ekim ayının 10’uncu günü dünyanın dört bir yanındaki 20 bin McCann çalışanı aynı anda sokaklarda gerçek avına çıkmış. Ne iş, diye merak ettim…
Varoluş amacı her şirkete göre farklı olmalı aslında. Unique karşılığı ‘benzersiz’ bir değer önermesini ifade etmesine özel önem verir şirketler. Tüm iletişim ve ilişki stratejileri bu değer önermesine göre şekillenir…
McCann’in varoluş nedeni de şöyle belirlenmiş: Markalara, insanların hayatında anlamlı bir yer edinmek ve güzel bir iz bırakmak için liderlik etmek!.. Bunun benzersiz olduğunu iddia etmek tabii ki zor. Yani o özgün ve anlamlı izi alıp da hangi iletişim şirketine koyamayız, pek bilemesek de McCann’in uygulamada çok ciddi farklılık sergilediğini söyleyebiliriz.
McCann, 10 Ekim Salı günü tüm çalışanlarıyla birlikte sokaklara dökülmüş. McCann İstanbul kadrosu da saat 09:00 itibarıyla sokakların nabzını tutmak üzere Eminönü’nden harekete geçmiş.
Malum; dünya hızla değişiyor, dönüşüyor; değişime ayak uyduramayan tökezliyor, diyerek tüketicilere İstanbul’u, hayatlarını, düşüncelerini sormuşlar.
Fikir süper… Bundan sonrası da inşallah süperdir… “Halkla buluştuktan” sonra ne yapmışlar acaba?… Edindikleri tecrübeyi diğer ülkelerdeki McCann çalışanlarının tecrübeleriyle nasıl birleştirip, nasıl bir araya getirip, hangi sonuç fikriyle yayınlamışlar?
Öğreneceğiz herhalde…
Bir ülkenin marka vaadi bu kadar mı hoş olur?
WhatsApp gruplarınızı doğru bir şekilde oluşturmuşsanız, size inanılmaz katma değerli bilgiler akabilir. İşte bunlardan birinde gözüme ilişen olağanüstü bir tanıtım filminden söz etmek istiyorum. Belki siz çoktan görmüşsünüzdür. O zaman heyecanımız daha da iyi anlaşılacaktır. Aslında arama motorlarına Tango and Football yazdığınız zaman hemen çıkıyor karşınıza.
Filmin girişinde San Telmo, Buenos Aires, Argentina yazıyor. Bir grup insanın keyifle izlediği sokak ortamında kırmızı elbiseli bir genç kadınla siyah elbiseli bir genç erkek tango yapmaya başlıyorlar. O sırada bir çocuk elindeki futbol topunu o çiftin arasına atıyor…
Dansçı gençler o an itibarıyla istiflerini hiç bozmadan hem danslarını sürdürüyor hem de futbol topunu tangonun bir parçası olan ayak ve vücut hareketleriyle oradan oraya ve birbirlerine yolluyorlar.
Tango biterken ekranda şu laf beliriyor: Futbol. Tan nacional come nuestro tango… Türkçesi şöyle: Futbol, tangomuz kadar millî…
Filmi pek çok iletişimci arkadaşla paylaştım. Hepsinin ortak görüşü şu: Bir ülkenin tanıtımı, ancak bu kadar anlamlı, bu kadar derinlikli, bu kadar duygusal, bu kadar naif, bu kadar etkili yapılabilir. Arjantin-Tango-Futbol… Ayrılmaz üçlü.
Bizim ayrılmaz üçlümüz! Yani marka vaadimiz. Yani dünyanın bize özgü olarak kabul ettiği, kendi hayatı içinde de yaşadığı, benimsediği en az iki ‘millî’ özelliğimiz ne olurdu diye düşünmeden edemedim.