Kurumsal dalkavukluk!
Sibel Asna – A&B İletişim Kurucu Ortağı
2018 Kasımpaşa Lisesi Sandık Müşahitliği 1227 No.lu sandık Bu yazıyı kaleme almaya başladığımda Kasımpaşa’da bir lisede bir sandığın başında bekliyordum. Sabah 06.30’da başlayan görevimiz çeşitli sorumlulukların yerine getirilmesini gözlemlemek, işlerin yolunda gitmesine destek vermek. Ama sanırım bir iletişimci olarak, benim için daha önemlisi insanları gözlemlemek. Sandık görevlileri, müşahitleri, oy verenler, etrafta dolaşanlar…
Vücut dilleri, kıyafetleri, duruşları, semboller, mimikler, sorulan sorular, selamlaşma şekilleri… Hepsi birer mesaj taşıyor. Gün boyunca iletişimin nasıl her noktada, her anda mevcut olduğunu düşündüm durdum. Mesleğimizin önemini, daha neler yapabileceğini, nereye doğru evrildiğini… Daha da nerelere evrilebileceğini hayal etmeye çalıştım! Akıllı telefonlar ve yapay zeka el ele verince kimin neyi onaylayacağını, neye, kime yakın olduğunu kolayca çözeceğe benzer. Kişinin tüm davranışlarını kayıt altına alabilen akıllı telefonların yığacağı /yükleyeceği bilgileri yapay zeka kolaylıkla tasnif edip, davranış öngörülerinde bulunabilecek.
Öğrenciler çevre konusunda bilinçlenmeli
Bu dehşet bir gelecek vadediyor! Peki, bu durumda iletişimciler ne yapacak? Onları nasıl bir gelecek bekliyor? Bu geleceğe iletişimciler hazır mı? Gerek eğitim ve insan kaynakları, gerek teknolojik altyapı ve yazılımlar olarak bu geleceğe ne kadar hazırlıklı iletişim sektörü? Peki ya etik standartlar? Bunu denetleyen bir mekanizma var mı?
Geçtiğimiz Nisan ayında mesleğimizin Türkiye’deki öncülerinden ve ilk halkla ilişkiler şirketinin kurucusu Alâeddin Asna’yı anmak amacıyla bu yıl ikincisini düzenlediğimiz “Yeni Zamanlar ve Halkla İlişkiler” konferansında, kısmen de olsa bu sorunsala ve de bunun da ötesinde, bu dönemin getirdiği/getireceği etik sorumluluklara değindik. (İlgilenenler için konferans içerikleri Eylül ayında, Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi’nin İletişim Araştırmaları Dergisi Prof. Dr. Alaeddin Asna anısına Yeni Zamanlar ve Halkla İlişkiler Konferansı Özel Sayısı’nda yayınlanacak).
Yeni çağın getirdiği teknolojik gelişmelerin yanı sıra karşı karşıya olduğumuz daha da önemli konu “küresel ısınma”. Biz iletişimciler bu sorunun vahametinin ne kadar farkındayız acaba? Farkındaysak eğer ne yapıyoruz? Bu konuda yeterli donanıma sahip miyiz? Akademik çalışmalar, teknolojik yapılanma, yönetim daha doğrusu yönetişim alanında yeterli donanıma, bilgiye, danışmanlık yapmaya yetkin ve de yetkili miyiz? Öncelikle bilgiye ardından da yetkiye, yetkinliğe ulaşma yöntemleri üzerinde biraz durmak istiyorum. Üniversitede gördüğümüz eğitimden başlayalım. Yeni dönemin temel değişkenlerinin ders programlarına ne şekilde yansıtılacağı, ne şekilde işleneceği, ne şekilde uygulamalı saha çalışmaları yapılacağı acilen YÖK ve üniversite kurulları tarafından ele alınmalı, ders programları paralelleştirilmeli, çevre bilimleri fakülteleri ile iş birliğine gidilerek öğrencilerin okuldan bu kavramlardan haberdar olarak mezun olmaları sağlanmalı.
Yapay zeka, bitcoin, sosyal girişim, katılımcı ekonomi, paylaşım ekonomisi, sivil toplum, BM temel hak ve sorumluluklar, çevre hukuku, çevre ekonomisi, sürdürülebilirlik temel ilkeleri ve daha sayamadığım başlık var gündemimize girmesi gereken. Bu konuları işleyen üniversitelerimizin ilgili fakülteleriyle rahatlıkla iş birliğine gidilip ortak ders programları çıkartılabilir görüşündeyim. Öte taraftan çağımızda her bireyin bir haber kaynağı, haber taşıyıcısı olabildiği, canlı yayınların anlık gerçekleşebildiği ortamlarda, eski teoremlerin topyekun gözden geçirilmesi de acil bir zorunluluk. Burada da sorumluluk genç akademisyenlerin omuzlarında…
Haber kaynağı ve hedef kitle arasındaki mesafe, süre, etkileşim/parazit kanallarının bu derece çeşitlendiği, hızlandığı, çarpıtılabileceği bir ortamda Aristo modelini gözden geçirmemiz gerekmeyecek mi acaba?
Gelelim içinde bulunduğumuz çağın kaçınılmaz sonucu küresel ısınmanın iş dünyası, temsil edilen kurumlarla olan ilgisi, sürdürülebilirlik standartlarının uygulanma oranlarına… Şüphesiz içinde bulunduğumuz küresel tehdidin öncelikli sorumlularından birisi de özel sektör!
Mesleğin diğer bir önemli boyutu: Kriz
Fosil yakıtlar, karbon salım oranları, okyanusların asitlenmesi, zehirli atıklar, koruyucular, katkı maddeleri vs. vs. Tüm bunların kullanımı, kimyasal savaşlar kadar, bombalar kadar etkili olduğu aşikar. Sadece zaman meselesi, kimisinin etkisini zaman içinde kimisini anında görüyoruz. Dolayısıyla özel sektörün öz denetimi olmadan bu sorunlarla başa çıkamayacağımız ortada. Devlet denetimleriyle bugünlere geldiğimize göre farklı bir denetim daha doğrusu bir “öz denetim”, “kurumsal vicdan” çağına girmemiz gerektiğini düşünüyorum. Aslında bunu sadece vicdandan dolayı değil de 2050’leri görebilmek için yapmamız gerekiyor.
Bildiğimiz bir gerçek var. Bu şekilde devam edersek 2050’leri göremeyeceğiz! Sadece birey olarak değil, medeniyet göremeyecek. Çok basit bir hesap var. Küresel ısınmanın etkilerini, bölgesel olarak her birimiz bugün dahi görüyoruz. 2050’de ekstremlerde 1,5 derecelik bir sıcaklık artışının bugün gölgede 51 dereceleri gören Diyarbakır’ı ne hale getireceğini öngörmek çok da zor değil. Tüm yaşam, böcekler, bitkiler, hayvanlar ve tabii ki insanlar bu sıcaklığa dayanamayacak. İşte bu yüzden biz iletişimciler artık Edward Barneys ekolünden sıyrılıp kâr maksimizasyonundan “yaşam maksimizasyonuna”na nasıl evrilir ve evriltebiliriz ona yoğunlaşmalıyız.
İletişimcilerin rolünün kurumlara asli sorumlulukları konusunda yol gösterici, ufuk açıcı, eleştirici ve evrensel doğruların yansıtıcısı olması gerektiği inancındayım. Halbuki nasıl düşünülüyor, ne tercih ediliyor? Kurumsal dalkavukluklar! En şahane, emsalsiz, ilk ve tek, muhteşem, görkemli kelimelerini basın bültenlerinde, konuşma metinlerinde bol bol görüyoruz. Kendi kendini öven, göklere çıkaran, abartan kurumların gönüllü veya gönülsüz dalkavukları haline dönüştük ne yazık ki…
Bunun aksini yapabilmek içinse yetkin ve yetkili olunması gerektiği güpegündüz meydanda. Temsil ettiğiniz kurumu uyarmak, abartılardan kaçınılması gerektiği konusunu hatırlatmak, hatalar veya yanlış uygulamalar konusunda bir iç denetimci gibi hareket etmek için yetkin ve yetkili, donanımlı olmamız şart.
Peki, öyle miyiz? Bu konuyu dürüstlükle, hem uygulamacılar hem de akademi olarak ciddiyetle düşünmemiz ve önlem almamız gerekiyor.
Küresel ısınmanın getireceği karamsar geleceğe hazırlanabilmek için öncelikle sorun tespitlerinde isabetli ve uzun vadeli bir bakış açısına kavuşmak oyunun olmazsa olmazı.
“Bugünün kârları yarının krizlerini hazırlayabilir”. Mesleğin önemli bir boyutu olan kriz iletişim konularının çoğunlukla iş süreçlerinin olması gerektiği gibi olmamasından kaynaklandığı bilinen bir gerçek. Maden kazaları, iş kazaları, asansör kopmaları, işçi ölümleri, silikozis, çocuk işçi, göçükler, zehirlenmeler… Bunların yüzde kaçı kötü şans, yüzde kaçı ihmal, görmezlikten gelme veya “tecahülü ârif”? Yani bilip de bilmemezlikten gelme sanatı?
Sonra?
Gelsin iletişimciler.
Halbuki bu işlerin başa gelebileceğini söyleyen, bugünün iletişim ortamında hiçbir şeyin gizli kalamayacağını, iş süreçlerinin düzenli ve şeffaf olmasının koşullarını dile getiren, ağırlık koyabilen iletişimciler olduğu ölçüde daha iyi bir dünyaya evrilemez miyiz?
İletişimcilerin yolu: Mutlidisipliner
İletişimin çağımızın uzlaştırıcı disiplini olduğuna inanan bir uygulamacı olarak geleceğin iletişimcilerinin multidisipliner bir eğitimden geçerek sahaya çıkmaları gerektiğini söylüyorum yıllardır. Sosyoloji, sosyal antropoloji, çevre bilimleri, toplum tarihi, siyasi tarih, kültür tarihi, sosyal psikoloji… Velhasıl topluma dair ne öğrenebilirsek öğrenmiş olarak sahaya çıkmalıyız. Toplumsal davranışları öngörebilmek, bireyin tepkilerini ölçebilmek olmazsa olmazımız. Ardından, uzmanlaşmamız gerekiyor. Finans, ekonomi, sanat, siyaset, bir veya birçok alanda uzmanlaşmamız, faaliyet raporlarının satır aralarını okuyabilmemiz, kurumların uygulamalarındaki eksiklikleri tespit edebilecek yetkinliklere ulaşmamız gerekiyor. Aksi takdirde mesleğimizin adını değiştirmemiz, kurumsal iletişim yerine “kurumsal dalkavukluk” dememiz daha uygun olacak gibi geliyor bana…